Ahmet Varol
Bugün
yeryüzünde çok sayıda bağımsız devletin varlığına inanılmaktadır. Fakat bu
devletlerin yöneticilerinin kendi ülkelerini ve halklarını ilgilendiren basit
konularda bile kendi bağımsız iradeleriyle karar vermekte zorlandıklarını
görürsünüz. Bir önemli husus da şudur: Bilindiği üzere çağımızda demokrasi
adeta bütün insanlığa mal edilmiş bir "siyasi din" haline
getirilmiştir. Hatta demokrasi çağımız siyasetinin ‘a priorisi’ yani öncülüdür.
Bu yüzden demokrasinin de, tıpkı aklın ‘a priorileri’ gibi muhakemeden ve
tartışmadan uzak tutulması gerektiğine inanılır. Oysa birçok ülkede halkın
büyük bir çoğunluğunun seçtiği ve istediği kişiler bir türlü yönetime
gelemezler. Bunlardan bazıları işin içine girdiğinde kendilerine sunulan demokrasinin
sadece bir seraptan ibaret olduğunu fark ederler. Bazıları Cezayir'de olduğu
gibi yönetime talip olurken kendilerini zindanda bulurlar. Bazıları da yönetime
gelseler bile iktidara gelemezler. Siyaset meydanlarında prim yapmak için
savunduklarına karşı en başta onların kullanıldığına şahit olursunuz. Bütün
bunları görünce bir "derin devlet" gerçeği karşınıza çıkar. Aslında
bu "derin devlet" gerçeği sadece lokal veya ulusal değildir.
"Derin devlet" gerçeğinin global yönünün, lokal yönüne baskın olduğunu
unutmayalım. Bu yüzden günümüz dünyasını karıştıran gizli ellerin sahiplerini
tanımak için araştırma yapanlar bir "Dünya Derin Devleti"yle veya
"Gizli Dünya Devleti"yle karşılaşmışlardır.
Geçtiğimiz Mayıs ayında Amerika'da Bilderberg
Grubu'nun yıllık toplantısı gerçekleştirildi. Bu toplantıyla birlikte söz
konusu Gizli Dünya Devleti veya Dünya Derin Devleti konusu yeniden gündeme
geldi. Ancak yapılan yorumlarda ağırlıklı olarak Bilderberg konusu öne çıktı.
Oysa Bilderberg Grubu, yirminci yüzyıla damgasını vuran ve 21. yüzyılda da
dünya üzerindeki sultasını daha da güçlendirme amacına yönelik yeni teoriler
geliştiren karanlık ağın sadece bir organıdır.
Söz konusu karanlık ağla ilgili yorumlarda dikkat
çeken bir şey de ağırlıklı olarak, emperyalizmin bu ağ üzerindeki etkisine ve
rolüne dikkat çekilmesiyle yetinilmesidir. Bazı yorumcular, 20. yüzyılda hüküm
süren emperyalizmin uluslararası siyonizmle ilgisine de dikkat çekiyorlar ama
birçoklarınca bu gerçek göz ardı ediliyor.
Siyonizm, 1897 Basel konferansıyla teşkilatlanmaya
başlayan bir ideolojik oluşumdur. Yahudiler bu konferanstan önce de devlet
yönetimleriyle irtibat kurarak birtakım siyasi oyunlar çeviriyorlardı. Ancak
siyonist ideolojiye göre teşkilatlanmanın başlamasıyla birlikte bu işi tek merkezden
ve daha organize bir şekilde yürütmeye başlamışlardır. Böylece güçlerini ve
etkilerini daha da artırmışlardır.
Biz bu araştırmamızda siyonizm ve bu ideolojinin
organik yapısı üzerinde durmayacağız. Ağırlıklı olarak yukarıda sözünü
ettiğimiz Dünya Derin Devleti yahut Gizli Dünya Devleti, bu gizli devletin
dünyanın her tarafına elini uzatan teşkilatları ve bu teşkilatlarla
siyonistlerin irtibatları hakkında bilgiler vermeye çalışacağız.
Yukarıda
sözünü ettiğimiz Bilderberg Grubu, Illuminati şebekesinin bir organıdır. Ancak
Illuminati şebekesi 18. yüzyılın son çeyreğinde ortaya çıkarken, Bilderberg
Grubu 1954'te ortaya çıkmıştır. Yani arada 177 yıllık bir zaman farkı var.
Temelinde "aydınlanma, ruşenilik, vahdet-i
vücud felsefesi" gibi muhtelif felsefi akımların etkisi olduğu iddia
edilen İlluminati hareketi, 1 Mayıs 1776'da Adam Weishaupt tarafından
Almanya'nın Bavyera eyaletinde kurulmuştur. Daha doğrusu o tarihte bir
Illuminati örgütlenmesi ortaya çıkmıştır. Weishaupt, Ingolstadt
Üniversitesi'nde hukuk profesörü iken masonik eğilimlere merak sarmış ve bir
gizli örgüt kurmuştur. 1779'a gelindiğinde Illuminati örgütünün 54 üyesi
bulunuyordu ve Bavyera eyaletinin dört şehrinde teşkilatlanmıştı. Örgüt üyeleri
ağırlıklı olarak masonik kimlikleri öne çıkarıyorlardı.
Almanya' daki din adamlarının hemen tamamı
Illuminati şebekesine düşmandı. Bunun sebebi elbette onun, hıristiyanların
değerleriyle alay eden, bu değerlere iğrenç bir şekilde saldıran Tapınak
Şövalyeleri'nin devamı olduğunun tahmin edilmesiydi. Ayrıca Illuminati üyeleri
zaman zaman yönetimi de hedef alan yayınlar yapıyorlardı. Bu yüzden 1784'te
teşkilatlarına bir polis baskını gerçekleştirildi ve birçok üyeleri göz altına
alındı. 22 Haziran 1784 tarihinde de Bavyera Elektörü bir ferman yayınlayarak
Illuminati örgütünü tamamen kapattı. Örgütün üyelerinin çoğu tutuklandı. Başta
lider Weishaupt olmak üzere birçok üyesi de ülkeyi terk etmek zorunda kaldı.
Aynı ferman 1785 Ağustos'unda tekrarlandı ve böylece Bavyera'da sadece
İlluminati değil, masonluk da silinmiş oldu.
Bavyera'da Illuminati ve masonluğun yasaklanmasının
Avrupa ve Amerika'da ciddi bir etkisi oldu. Bayağı korku ve telaşa kapılan
diğer ülkelerdeki masonlar kendilerine de yasak getirilmemesi için büyük bir
gürültü kopardılar. Öyle ki ABD başkanı George Washington, tereddütlere kapılan
Amerikalı masonlara güvence verme ihtiyacı duydu.
Bavyera'da yasaklanan Illuminati ve mason
teşkilatları çok geçmeden yer altı örgütleriyle faaliyetlerini sürdürdü. Fakat
bu kez Almanya dışına da uzanarak tüm Avrupa'da teşkilatlanmak için
faaliyetlerini hızlandırmaya başladı. Örgütlenme çalışmalarını hızlandırmasında
Johann Bode adlı bir masonun önemli katkıları oldu. Bazı kaynaklara göre
Goethe, Mozart, Schiller ve Herder gibi birçok ünlü bu örgütün saflarına
katılmışlardır.
Yeraltı teşkilatlarının yapılandırılmasında farklı
isimler kullanıldı. Örneğin Fransız Devrim Kulübü ve Jacobin Kulübü Illuminati
hareketinin devamını sağlamak için kurulmuş oluşumlardır. Bunlar asıl önemli
faaliyetleri yer altından yürütüyor, ama masonluğun çok fazla murakabe altında
olmadığı yerlerde salon toplantıları da düzenliyordu. Fakat bu toplantıları
yine de halka açık değil, sadece üyelerin katılabildiği türden toplantılardı.
Örneğin Jacobin Kulübü için tutulan salona 1300 üye katılıyordu. Tamamen
üyelere mahsus ve gizli olarak düzenlenen bu toplantılara Fransa'nın en iyi
eğitim görmüş ve en etkin kişileri katılırdı. Jacobin'lerin ideali, tüm
kurumları ve krallığı ortadan kaldırarak adına "Yeni Dünya Düzeni" ya
da "Evrensel Cumhuriyet" dedikleri bir düzen kurmaktı.
Illuminati, kelime olarak aydınlıkçılar veya
aydınlananlar anlamına geliyor. Kök olarak İtalyanca'dır. Fransızca'da ışık
anlamına gelen ‘la lumière’ kelimesi de aynı kökten gelir. Birçok
araştırmacının ortak tespitine göre fikri altyapısı ve temeli Tapınak
Şövalyeleri' ne dayanıyor. Kuruluşundaki amacı Avrupa masonluğunu bir çatı
altında birleştirmekti.
Illuminati
şebekesinin fikri altyapısını oluşturan Tapınak Şövalyeleri orijinal adıyla
"Tampliye Tarikatı" Haçlı seferleri sonrasında Kudüs'te kuruldu. Bu
adı almalarının sebebi ise iddia edildiğine göre Kudüs kralının Süleyman
mabedinin bulunduğunu ileri sürdükleri bölgeyi koruma görevini kendilerine
vermesiymiş. Masonluğun da temel fikriyatını geliştiren Tapınak Şövalyeleri
muhtelif adlarla varlığını sürdürmüştür. Bugün bu hareketin en çok tanınan kolu
ise Sion Birliği'dir.
Sadece masonluğun değil siyonizm ideolojisinin
fikriyatının geliştirilmesinde de rolleri olduğu bilinen Tapınak Şövalyeleri
kısa zamanda büyük servetler elde etmişlerdir. Batı'nın yalnızca en büyük
askeri gücü olmakla kalmayıp aynı zamanda en önemli tüccarları arasında ilk
sıralarda yer aldılar. Tapınak Şövalyeleri hareketi bugünkü masonlar gibi
gizliliğe büyük önem verirlerdi. İlginçtir ki Batı'ya ait olduğu sanılan bu
örgütün mensupları Hz. İsa'yı yalancı peygamber olarak tanımlıyorlardı. Haça
tükürmeyi, haçın üzerine basmayı ve hıristiyanların dini değerlerine hakaret
etmeyi adeta kutsal fiiller addediyorlardı. Bunun sebebi ise asıl fikir
babalarının ve organizatörlerinin yahudi kökenli olmasıydı.
Bir ara siyasi otoritelerinin zayıflaması sebebiyle
hıristiyanların dini değerlerine hakaret ve saldırı suçlamalarıyla yargı önüne
çıkarıldılar ve bazıları ölüme mahkum edildiler. Ama daha sonra saklanmayı yani
yer altına çekilmeyi başararak varlıklarını sürdürdüler.
Birçok araştırmacının ortak tespitine göre masonluk
hareketinin temelini de bu Tapınak Şövalyeleri hareketi oluşturur. Her iki
hareketin aynı simgeleri kullanmaları bu yöndeki kanaati desteklemektedir.
Ayrıca Tapınak Şövalyeleri'nin hıristiyanların dini değerlerine hakaretten
dolayı yargılanmalarından sonra yer altına girmelerinin ardından masonluk örgütleriyle
ortaya çıktıkları tahmin edilmektedir. Bu kanaati destekleyen muhtelif tarihi
belgeler ve bilgiler de bulunmaktadır. Fakat mason kardeşler adıyla yeniden
örgütlenirken biraz daha tedbirli hareket etmeyi tercih etmişlerdir. Bu kez
hıristiyanların dini değerlerini aşağılayıcı tutum içine girmektense onları çok
rahatsız etmeyecek hatta onların da kabul edebilecekleri bir fikri altyapı
oluşturmaya özen göstermişlerdir. Ayrıca masonlukta gizliliğe önem vermiş,
kendilerini çok fazla açığa vurmaktan sürekli kaçınmışlardır.
Illuminati
şebekesini oluşturanlar ise hem masonluk hem de Tapınak Şövalyeleri hareketi
ile irtibatı olan kişilerdi. Tapınak Şövalyeleri, Mason Biraderler ve
Illuminati Şebekesi'nin fikriyatlarını, tören biçimlerini, beyin yıkama metodlarını
ve simgelerini bağımsız bir bakış açısıyla inceleyenler bunların hepsinin de
aynı kaynaktan beslendikleri ve aynı amaca hizmet ettikleri üzerinde ittifak
etmektedirler.
Illuminati şebekesinin Ortaçağ'daki siyonizm
hareketi olarak nitelendirebileceğimiz Tapınak Şövalyeleri'nin diğer adıyla
Tampliye tarikatının bir devamı olduğu konusunda fikir veren bazı bilgileri
burada aktarmak istiyoruz:
Nesta H. Webster'in Secret Societies and Subversive
Movements adlı çalışmasında ünlü büyücü ve okült uzmanı Cagliostro'nun
Illuminati şebekesine katılması münasebetiyle düzenlenen tören hakkında şu
notlar aktarılıyor: "İçi evrak dolu demir bir sandık açıldı. Töreni yöneten
kişi sandıktan el yazması bir kitap aldı ve ilk sayfasını okudu: "Bizler,
Tampliyelerin Büyük Üstadları..." sözlerini kanla yazılmış bir and
izliyordu. Söz konusu bu kitap "İlluminizm"in aslında tüm monarşilere
ve kiliseye karşı bir nifak olduğunu, ilk saldırının Fransa tahtına
yöneleceğini ve Fransa'da krallığın çökertilmesinden sonra sıranın Roma'ya
geleceğini belirtmekteydi." Burada vurgulanan hususlar gerçekten üzerinde
durulması gereken şeylerdir: Birinci olarak: El yazması kitabın bir sandıkta saklanması
ve törende oradan çıkarılması işlemini ele alalım. Sandık yahudi literatüründe
özel bir mana taşımaktadır. Yahudilerin bu konudaki dini anlayışlarına temel
teşkil eden hadiseye Kur'an-ı Kerim'de de işaret edilir. Talut ve Calut
kıssasında Talut'un komutanlığının ilahi bir hükme dayandığını bildirmek için o
dönemin peygamberinin verdiği bilgi hakkında şöyle buyurulur: "Peygamberleri
onlara: "Onun hükümdarlığının belgesi, size, içinde Rabbinizden bir
ferahlık ve Musa ailesiyle Harun ailesinin geriye bıraktıklarından arta
kalanların bulunduğu ve meleklerin taşıdığı Tabut'un gelmesidir. Eğer iman
ediyorsanız, bunda sizin için bir delil vardır" dedi." (Bakara,
2/248) Burada tabut ile kastedilen bir sandıktır. Yahudiler bu sandığın
bugün hala dünyada dolaştığına inanırlar. O sandığın taşıdığı manayla
irtibatlandırmak için de el yazması kutsal kitaplarını özel bir sandık içinde
saklarlar. Dini törenlerinde kitaplarını bu sandıktan çıkarır, tören sonrasında
yine özenle sandığa yerleştirirler. İkinci olarak ‘kanla yazılan and’ üzerinde
durmak gerekir. Kan sembolü, siyonizmde ve bu ideolojinin temelini oluşturan
dini literatürde sıkça kullanılan bir semboldür. Ancak kanla ilgili semboller
genellikle gizli tutulur. (Necip el-Kiylani'nin Yahudinin Kanlı Böreği adıyla
Türkçe'ye tercüme edilen tarihi ve belgesel romanında, siyonizmin temelini
oluşturan dini literatürdeki "kan" kutsamasına işaret eden önemli
bilgiler ve belgeler mevcuttur.) Üzerinde durulması gereken üçüncü husus
Illuminati'nin aslında kiliseye karşı olduğu hususudur. Tapınak Şövalyeleri de
kiliseye karşı tavır alan ve hıristiyanların dini değerlerine hakaret eden bir
hareketti. Ama bu konuda izledikleri tutum tepkilere yol açınca ve birçok idam
cezasına kapı açan yargılamalara sebep olunca söz konusu tarikat yer altına
çekilmiş, ardından farklı bir yüzle ortaya çıkmıştı. Fakat bu farklı yüzünde
hıristiyanların değerlerini hedef alan, bu değerlere hakaret anlamı içeren
tavırlar dışa pek yansıtılmıyordu. Gerçekte ise bu konuda değişen birşey yoktu.
Aradaki tek fark bu düşmanlığın artık bir ‘nifak’a dönüşmesiydi ki bu husus da
yukarıdaki notta vurgulanmaktadır. Dördüncü husus Illuminati'nin Avrupa'daki
monarşilere karşı bir hareket olduğunun vurgulanmasıdır. Bu tutum özellikle
entelektüel kesimin ilgi ve desteğinin kazanılmasının en önemli sebebiydi. Ne
var ki entelektüel kesimde ortaya çıkan monarşi karşıtlığının Illuminati
tarafından yönlendirilmesi, monarşik düzenlerin yerine geçecek yönetimlerin tek
merkezden kontrol edilmesine ve bu kontrolün de Illuminati şebekesinin elinde
olmasına fırsat verecekti. İlk doğuş yeri olan Bavyera'da yasaklanmasından
sonra ağırlık merkezini Fransa'ya taşıyan Illuminati hareketinin bu ülkedeki
monarşik düzene karşı çalışmalara ağırlık vermesi dikkat çekmektedir. Daha önce
de söz ettiğimiz üzere, Illuminati'nin bir devamı durumundaki Jacobin
Kulübü'nün üyeleri monarşik düzeni yıkıp yerine Yeni Dünya Düzeni yahut
Evrensel Cumhuriyet olarak adlandırdıkları yeni bir yönetim getirmeyi bir ideal
olarak görüyorlardı. 1785'te Almanya'dan kovulan Illuminati'nin Fransa'da bu
çalışmaları hızlandırmasının üzerinden çok fazla zaman geçmeden 1789'da Fransız
Devrimi'nin gerçekleşmesi bir tesadüf olmasa gerek.
Fransız Devrimini hazırlayan sebepleri ve
gelişmeleri incelediğimizde çok ilginç şeylerle karşılaşırız. Bakın William T.
Still'in New World Order adlı eserinde ne deniyor:
"1789 yılının ilkbahar ve yaz aylarında
İlluminatilerin tahıl piyasasında gerçekleştirdikleri manipulasyonlar sonucunda
yapay bir buğday darlığı yaratıldı. Bu durum o denli geniş bir açlığa yol açtı
ki, tüm ülke kısa zamanda ayaklandı. Olayların başını çeken kişi, Fransa Büyük
Doğusu'nun Büyük Üstadı Orleans Dükü idi. İlluminatiler, halkın çektiği acıları
bir araç olarak kullanarak yarattıkları huzursuz ortamın devrimci eylemlerine
yararlı olacağını planlamışlardı. Gerçekten de, besin stoklarını bloke ederek
ve Ulusal Meclis'te tüm reform girişimlerini engelleyerek, durumu iyice
kötüleştirdiler ve halkı tam anlamıyla açlığa mahkum ettiler...
14 Temmuz günü Bastille yağmalandı. Özgür bırakılan
tutuklu sayısı yalnızca yedi idi. Fransız tarihçiler bugün, eylemin asıl
amacının Bastille'i yıkmak ve tutukluları kurtarmak olmadığını belirtiyorlar.
Asıl amaç Bastille'de saklanan barut ve silâhları ele geçirmekti. Böylece silâhlanan
Jakobenler, 22 Temmuz gününden başlayarak o güne dek eşi görülmemiş ve
titizlikle planlanmış bir ihtilâl girişimini sahneye koydular. Bu dönem tarihte
"Büyük Korku" diye adlandırılacaktır...
Öncelikle tüm
ülkede eşzamanlı bir panik duygusu yaratıldı. Köyden köye, kentten kente giden
atlılar, yurttaşlara "haydutların" yaklaşmakta olduğunu ve
kendilerini korumak istiyorlarsa silâha sarılmaları gerektiğini bildirdiler.
Ayrıca, tüm bu olayların sorumlularının malikânelerde ve şatolarda
gizlendikleri, bizzat kralın buraları ateşe vermelerini buyurduğu yurttaşlara
söylendi. Fransa kralına bağlı olan halk bu emirlere uydu. Artık alevlerin
denetlenmesi imkansızdı, yağma ve yıkım sürerken, anarşi gittikçe
yaygınlaşıyordu...
Paris sokakları
teröre teslim olmuştu...1793 Kasım'ında tüm Fransa'da rahiplerin öldürülmeye
başlanması, dine karşı bir kampanyanın yürürlüğe girdiğini ortaya koyuyordu.
Tüm mezarlıklara, İlluminatilerin ünlü sloganı olan "Ölüm Sonsuz Bir
Uykudur" sözlerini içeren yazılar asılmaya başlandı. Paris'teki
kiliselerde "Akıl Bayramları" adı altında eğlentiler düzenleniyor,
fahişeler tanrıça gibi tahta çıkarılıyorlardı. Bu törenlerin bir adı da
"Exoterion"du ve Weishaupt'un kaleme aldığı "Aşk Tanrıçasının
Kutsanması" adlı bir şiiri örnek alıyorlardı...
Thomas
Jefferson, üç yıl süren Fransa elçiliğinden 1791'de Amerika'ya geri döndüğünde,
tüm bu kıyımı "ne güzel bir devrim" diye tanımlamış ve tüm dünyaya
yayılmasını umut ettiğini yazmıştır. Jefferson, neredeyse tüm Fransa halkının
Jakoben olduğuna inandığını açıklamıştır. Ona göre, bu büyük çoğunluk, ulusal
iradeyi açıkça ortaya koymaktaydı...
1793 yılının
sonlarına doğru, yeni devrim yönetimi sayıları yüz binlere ulaşan işsizlerle
yüz yüze kaldı. Devrimin önderleri, sonradan bütün diktatörlerin taklit edeceği
yeni bir "terör" projesini uygulamaya geçirdiler: Nüfus azaltılması
Amaç Fransa'nın
yirmi beş milyona ulaşan nüfusunu on altı milyona indirmekti. Robespierre,
nüfusun azaltılmasını kaçınılmaz buluyordu.
Nüfusun
azaltılması ile görevli devrim komitesi üyeleri, gece gündüz harita başında her
kentte kaç kellenin kopartılması gerektiğini hesaplıyorlardı. Devrim
mahkemeleri kimlerin ölmesi gerektiğine karar veriyor ve sonu gelmez bir kurban
sürüsü giyotinin yolunu tutuyordu. Yalnızca Nantes'de, bir gece içinde 500
kimsesiz çocuk kent mezbahasında öldürülüyor, 144 yoksul kadın nehre
fırlatılıyordu."
Fransız
Devrimi'nde masonların rolüne işaret amacıyla Nesta H. Webster de Secret
Societies and Subversive Movements adlı eserinde şunları yazıyor: "1789
yılında krallığın yıkılması ile birlikte, 10 Ağustos gününden başlayarak üç
renkli Fransız bayrağı devrimin kızıl bayrağı ile değiştirildi. "Yaşasın
Kral Orleans" çığlıkları ile masonların "Özgürlük, Eşitlik,
Kardeşlik" seslenişi sokakları kapladı."
İşte böyle bir
devrim, dünyadaki kalabalık kitleleri yönlendiren medya organı tarafından yeni
bir çağ açan, dünyayı demokrasi ile tanıştıran son derece önemli bir olay
olarak lanse edilmiştir.
İlluminati
adını ve üyelerini inanılmaz bir sır gibi saklayan ölümcül bir kuruluştur.
Bugün hemen her ülkede mevcuttur. Özel eğitim, tören ve alt kültürlerden
gelmeyenler İlluminati'ye kabul edilmezler. ABD başkanlarının pek çoğu
İlluminati'den ya icazet alırlar ya da üyesidirler. İlluminati o kadar gizlidir
ki, varlığından bile bahsedilmez. Bu gizli örgüte ihanet edenlerin cezası
kayıtsız şartsız ölümdür. Illuminati'nin NATO ile veya Gladyo gibi yeraltı
örgütleri ile de ilişkisi olduğu bilinmektedir. İnşallah bu ilişkiden ileride
söz edeceğiz.
19.
yüzyılın ikinci yarısında Illuminati Şebekesi'nin en çok öne çıkan adı Cecil
Rhodes adlı İngiliz siyasetçidir. Bu kişi Güney Afrika'yı tümüyle yerlilerin
ellerinden alarak sömürgeciliğin kontrolüne sokan adamdır. Güney Afrika
topraklarını aynı zamanda oldukça insafsızca yönetmiş ve çıkardığı fitnelerle
yerli halktan pek çok insanın kırılmasına sebep olmuştur. Zaten Güney Afrika'yı
sömürgecilerin kontrolüne sokmasındaki başarısı izlediği fitne politikalarından
kaynaklanıyordu. İzlediği fitne politikasında seçtiği iki kabileyi birbirine
düşürüyor, bu iki kabilenin fertleri iyice birbirlerini kırıncaya kadar
hadisenin dışında kalmaya yahut bir yandan ateşin üzerine benzin dökmeye devam ediyordu.
Her iki kabile de iyice zayıf düştükten sonra müdahale ediyor, "barış ve
anlaşma" sağlama iddiasıyla her ikisini birden kontrolüne alıyordu. Bu
amaçla: "Önce sorun çıkar, sonra çözüm öner" teorisini geliştirmişti.
Irk ayrımı politikasının fikir babası da odur. Onun bu fikriyatı yüzünden Güney
Afrika'nın yerlileri ve asıl sahipleri olan siyahlar yıllarca zulme,
aşağılanmaya maruz kaldılar.
Rhodes, politik alanda bu oyunları çevirirken
kendisi de Güney Afrika'nın bütün zenginliklerine kondu. Elmas kaynağı yönünden
oldukça zengin olan Güney Afrika'nın elmas tarlalarını işleterek hayal
edebileceğinin çok üstünde servete sahip oldu. Bugünkü Rhodesia adlı ülke de
adını onun soyadından alır.
İşte bu Rhodes, 19. yüzyılın sonuna doğru Londra'da
oldukça etkili bir faaliyet merkezi oluşturan Illuminati şebekesini devreye
soktu. Bu şebekenin amacı ise dünyayı tek merkezden yönetmek, dolaylı
sömürgeciliğin çengeline takılan devletlerin yöneticilerini yetiştirmek ve
onlar vasıtasıyla bütün dünyaya kumanda etmekti. Bu amaçla Rhodes Bursları
adıyla geleceğin yöneticisi olacak üniversite öğrencilerine yardım ve onların
murakabe edilmesi amacıyla bir organizasyon oluşturdu.
Rhodes bursuyla okuyan öğrenciler diğerlerinden
bayağı farklı kabul ediliyordu. Çünkü onlar belli bir amaç için hazırlanıyordu.
Onlar ülkelerine döndüklerinde yönetim, ekonomi ve medya alanında önemli
noktalara yerleşebilmek için çalışacaklardı. Bunun yanı sıra gittikleri
yerlerde Illuminati şebekesinin temsilcisi olarak çalışacaklardı. Illuminati şebekesi
onları ülkelerine döndüklerinde kendi gayretleriyle baş başa bırakmayacak
hedeflenen noktalara yerleşmeleri için gerekli irtibatları kuracak, bu amaçla
siyasi baskı gücünü kullanacaktı. Illuminati şebekesi Rhodes burslarıyla okuyan
üniversite öğrencileri için aynı zamanda bir beyin yıkama mekanizması olarak
çalışıyordu. Onları belirlenen amaçlara hizmet etmelerini sağlayacak fikirlerle
donatmak için çabalıyordu. Kendilerine dünya hesapları açısından parlak bir
gelecek hazırlamak isteyenler için de Rhodes bursları sadece bir eğitim
bursunun yani maddi yardımın temin edilmesinden ibaret değildi. Bunun çok çok
ötesinde bir anlam taşıyordu. Bu yüzden maddi durumları iyi olan öğrenciler de
bu Rhodes bursları organizasyonuyla irtibat kurmak için fırsatları
değerlendiriyorlardı. Talep çok olduğu zaman da Rhodes burslarını koordine
edenler açısından iş kolaylaşıyordu. Çünkü amaçlara uygun olanları seçme ve
gerektiğinde aralarından eleme yapma imkanı doğuyordu.
Dünyadaki birçok önemli yönetici Rhodes burslarıyla
üniversite tahsilini gerçekleştirmiştir. Bunlardan biri de ABD'de iki dönem
başkan seçilen Bill Clinton'dur.
Cecil Rhodes, 1902'de ölürken tüm mal varlığının
Rhodes bursları için kullanılmasını vasiyet etti.
Buraya
kadar verdiğimiz bilgilerden Illuminati şebekesinin etkili kılınmasında ve
Rhodes bursları organizasyonunun oluşturulmasında Cecil Rhodes'in adının öne
çıktığı anlaşılıyor. Fakat onun arkasında duranlar ve asıl işin sermayesini
sağlayanlar farklıydı. O da Rothschild ailesi. Peki neyin nesidir bu aile? Bu
aile bankacılık alanında tam anlamıyla bir saltanat oluşturmuş oldukça zengin
bir aileydi. Fakat burada dikkatlerden kaçmaması gereken husus bu ailenin
yahudi azınlığa mensup olduğudur. Bu aile maddi gücünü kullanarak siyasi alanda
pek çok iş becermiştir. Hatta Hitler'le de yakın irtibatı olduğu bilinmektedir
ki inşallah bu hususa ileride temas edeceğiz.
Illuminati
şebekesinin temel amacı bütün dünyayı tek merkezden yönetebilmek için eli her
tarafa uzanabilen bir ağ oluşturmaktı. Fakat bunun gerçekleşmesi için
birbirleriyle irtibatlı birtakım alt mekanizmaların oluşturulmasına ihtiyaç
vardı. İşte bundan dolayı bir Yuvarlak Masa (The Round Table) teorisi
geliştirildi. Bu teoriye göre şekillendirilecek organlar, üstlendikleri
görevlere göre kendi aralarında bir irtibat ağı kuracak, bilgi alış verişinde
bulunacak ve dünya ülkelerini yönlendirecek politikalar geliştireceklerdi.
Yuvarlak Masa organlarının elemanları kendi ülkelerinde etkili kişiler
olacaklardı.
Yuvarlak Masa teorisi ilk olarak 1877'de John D.
Rockefeller, Cecil Rhodes, John P. Morgan, Andrew Carnegie ve Mayer A.
Rothschild' dan oluşan beşli tarafından ortaya atılmıştır. Bunların hepsi de
Illuminati şebekesinin üyeleriydi ve üçü yani Rockefeller, Morgan ve Rothshild
yahudi kökenliydi.
Yuvarlak
Masa'nın seçkin üyeleri, Birinci Dünya Savaşı öncesinde ülkelerindeki savaş
komitelerinde önemli görevler üstlenmişlerdi. Bu kişiler siyaset sahnesinde,
birbirlerine zıt ülkeleri temsil ediyor ama Yuvarlak Masa'da bir araya
gelebiliyorlardı. Bu kişilerin savaşın şartlarını ve sebeplerini kendi
elleriyle hazırladıkları, Birinci Dünya Savaşı'nın arkasında duran gerçeklerin
altını kurcalama zahmetine katlanan araştırmacıların dikkatinden kaçmamıştır.
Bu kişiler savaş esnasında da ülkelerinin savaş komitelerindeki üst görevlerini
sürdürmüşlerdir.
Savaş sonrasında ortaya çıkan şartlar Illuminati
şebekesinin hesap ve planlarına daha da uygundu. Savaşın ateşini yakan ve dört
yıl boyunca üzerine gaz döken Yuvarlak Masa üyeleri, 1919'da Fransa'nın
başkenti Paris yakınlarında Versailles Barış Konferansı'nda bir araya gelmiş ve
savaş sonrası şartlarda dünyaya nasıl şekil verebileceklerini tartışıyorlardı. Bu
toplantıda bir araya gelen Alfred Milner, Edward Mandel ve Bernard Baruch,
Yuvarlak Masa'nın seçkin üyeleriydi ve zaten kendilerinin çıkardığı savaşın
ortaya çıkardığı şartları değerlendirme konusunda görüş alışverişinde
bulunuyorlardı. Bunlardan Alfred Milner, Yuvarlak Masa'nın lideriydi.
Konferansa katılanların birçoğu, daha önce sözünü ettiğimiz ünlü banka hanedanı
Rothschild ailesinin fertleri tarafından önerilmişti. Bu ailenin yahudi
azınlığa mensup olduğunu daha önce belirtmiştik.
Filistin topraklarında bir yahudi devletinin
kurulmasıyla ilgili politikaların geliştirilmesinde karanlık gizli örgütlerin
önemli rolü olmuştur. Versailles Barış Konferansı' nda alınan kararların
arasında da Filistin'de bir yahudi devleti kurulması vardı.
Birinci
Dünya Savaşı sonrasında yapılan önemli bir toplantı da Paris'teki Hotel
Majestic'te gerçekleştirilen toplantıdır. Bu toplantıda Yuvarlak Masa'nın bazı
organlarının oluşturulmasıyla ilgili kararlar alındı. Bu kararlar doğrultusunda
1920'de Dış İlişkiler Komitesi, 1921'de de Kraliyet Uluslararası İlişkiler
Enstitüsü kuruldu. Bu organların yönetiminde Rothschild ve Rockefeller aileleri
her zaman söz sahibi olmuşlardır. Bu ailelerin her ikisi de yahudi azınlığa
mensuptular. Rothschild ailesi Avrupa'daki, Rockefeller ailesi ise Amerika'daki
yahudi azınlığın ileri gelenlerindendi.
Dış
İlişkiler Komitesi (CFR), Gizli Dünya Devleti'nin en önemli organlarından
biridir ve Yuvarlak Masa teorisine göre şekillendirilmiş organizasyonların da
eskilerindendir. Bu yüzden CFR üzerinde biraz ayrıntılı bir şekilde durmak
gerekmektedir.
CFR, 21 Temmuz 1921'de New York'ta kuruldu.
Kuruluşunda yahudi kökenli Walter Lippmann'ın önemli rolü olmuştur. Fakat bu
oluşumun kurulmasıyla ilgili ilk karar daha önce de söylediğimiz üzere Birinci
Dünya Savaşı sonrasında toplanan Versailles Barış Konferansı'nda alındı.
CFR, 2. Dünya Savaşı'nda çok önemli bir rol
oynamıştır. Foreign Affairs adlı ünlü dergi bu örgütün yayın organıdır. Bu
dergi vasıtasıyla dünya kamuoyu üzerinde bir politik yönlendirme yapmaya
çalışmaktadır. Görünüşte CFR'nin çalışmalarının pek gizli olmadığı ileri
sürülmektedir. Gerçekte ise diğer Gizli Dünya Devleti organları gibi son derece
gizli çalışmaktadır. Ancak yönlendirme amaçlı faaliyetlerini dışa yansıtmakta
ve bu yansıtma ile açıktan çalıştığı intibaı vermeye gayret etmektedir.
CFR'nin bugün finans, iletişim, akademi,
istihbarat, teknoloji alanlarında en etkin konumlarda bulunan 3500 civarında
üyesinin olduğu sanılmaktadır. Özellikle Amerika'daki istihbarat örgütleri
üzerinde oldukça güçlüdür. FBI, CIA, DIA, DEA ve başka istihbarat şefleri bu
örgütün de elemanıdır ve CFR'nin ilkelerinden dışarı çıkamazlar.
Gizli Dünya Devleti'nde önemli etkinliği olan
Rockefeller ailesinin bir ferdi olan David Rockefeller, CFR'nin onursal başkanı
olarak kabul edilmektedir.
ABD'nin eski başkanları Bill Clinton ve Jimmy
Carter, Antony Lake, eski başkan yardımcısı ve son başkanlık seçimlerinde oğul
Bush'un rakibi olan Al Gore, George Bush (baba ve oğul her ikisi de), oğul
Bush'un başkan yardımcısı Dick Cheney, eski bakan Warren Christopher, Savunma
bakanı Colin Powell, Les Aspin, eski CIA direktörü James Woolsey, yine CIA eski
direktörü Robert Gates, ABD hava kuvvetlerinin eski sekreteri Donald Rice,
ABD'nin eski Pakistan büyükelçisi Robert Oakley, ABD eski Dışişleri bakanı ve
ayı zamanda bu ülkedeki yahudi lobisinin başını çeken Henry Kissenger, eski
Savunma bakanları James Baker, Donald Ramsfeld ve Casper Weinberger, Jimmy
Carter döneminin ulusal güvenlik danışmanlarından Zbigniew Brzezinski, baba
George Bush döneminin ulusal güvenlik danışmanlarından general Brent Scowcroft,
eski hazine bakanı Lloyd Bentsen, eski devlet bakanı George Shultz, eski
ticaret bakanı Robert Mosbacher, ABD'li ünlü finansör ve para piyasalarında
spekülasyonlar yaparak milyarlar kazanmasıyla tanınan, Soros Vakfı vasıtasıyla
dünya ülkelerinin geleceği için Gizli Dünya Devleti'ne hizmet edecek
yöneticiler yetiştirmeye çalışan yahudi kökenli George Soros, ABD' nin CFR
üyesi ünlülerinin başında gelir. Bu isimler ABD politikasında söz sahibi ya da
geçmişte söz sahibi olmuş CFR üyesi ünlülerin sadece az bir kısmını teşkil
etmektedir. CFR üyelerinin birçokları aynı zamanda Bilderberg ve/veya SBS
üyesidirler.
CFR'nin Türkiye'den de üyeleri mevcuttur. Aydınlık
gazetesinde yer alan bir yazıda Rahmi Koç' un CFR'nin Türkiye temsilcisi olduğu
ve örgütün, Şubat 2001'de Koç Holding binasında Rahmi Koç'un ev sahipliğinde
bir toplantı yaptığı ileri sürülmüştür.
Gizli
Dünya Devleti'nin ismi en çok duyulan organlarından biri Bilderberg'dir.
Aslında Bilderberg, Illuminati şebekesinin emellerini gerçekleştirmek amacıyla
geliştirdiği Yuvarlak Masa teorisine göre ortaya çıkarılmış bir oluşumdur.
Fakat Illuminati şebekesinin ortaya çıkmasıyla Bilderberg'in kurulması arasında
177, Yuvarlak Masa teorisinin ortaya atılmasıyla arasında ise 77 yıl vardır.
Yuvarlak Masa'nın en eski organlarından olan CFR'den ise 33 yıl sonra ortaya
çıkmıştır.
Yukarıda üzerinde durduğumuz CFR'nin ağırlık
merkezini Amerika oluşturuyordu. Bu yüzden Bilderberg, CFR ve öteki örgütlerin
Avrupa ayağını ve etkinliğini teşkil etmek için Hollanda' da Oosterbeek
şehrinde Bilderberg Oteli'nde 1954'te kurulmuştur. Kuruluşun gerçekleştirildiği
otelin sahibi de Hollanda kralıydı. Örgüt de ilk toplantının gerçekleştirildiği
otelin adını alarak Bilderberg Group (Bilderberg Grubu) diye adlandırılmıştır.
Bilderberg Grubu'nun kurucuları arasında Hollanda
prensi Bernhard ve Polonyalı sosyolog Dr. Joseph Hieronim Retinger de vardır.
Retinger, Bilderberg' in fikir babası olarak bilinir. Aynı zamanda CFR
üyesidir. Bilderberg'in kuruluşunda, ABD istihbarat örgütlerinin, özellikle
CIA' nin rolü olduğu çok iyi bilinmektedir. Prens Bernhard ise eski bir Nazi SS
üyesidir. (Nazi SS' den ileride söz edeceğiz). 1937'de Hollanda prensesi ile
evlenmiştir, ama Nazilerle olan yakın bağları çok iyi bilinmektedir.
Bilderberg'in kurucucuları arasında yer alan Prens
Bernhard'ın Nazi SS üyesi olması konusu üzerinde biraz durmak gerekmektedir.
Fakat Hitler'in yükselişinde gizli ellerin rolü hakkında özel bir bölüm
geleceğinden bu konunun ayrıntısına orada girmeyi tercih ediyoruz.
Bilderberg'in kuruluşunda zikrettiğimiz iki isim
geçmekle birlikte asıl önemli rol oynayanlar ve finansörlük yapanlar Gizli
Dünya Devleti organlarında ismi sıkça geçen Rothschild ailesidir. Bu çalışmada
Amerikalı Rockefeller ailesi tarafından da desteklenmişlerdir.
Bilderberg, dünyanın yönetimi ve küreselleşme
konusunda her yıl farklı ülkelerde toplantılar yapar. Toplantılar son derece
gizli şartlarda ve özel ortamlarda yapılır. Toplantıları genellikle her yılın
Mayıs ayının son haftasına denk gelmektedir. Katılanlar yaklaşık üç günlük
toplantı süresince dış dünya ile bağlantılarını koparmak zorunda kalıyorlar.
Katılanlar toplantılarda neler konuşulduğu değil
nelerin gündeme geldiği hakkında bile herhangi bir bilgi vermekten kaçınırlar.
Örgütün üyesi olanların dışında hiçbir gazeteci veya yazar toplantıya alınmaz.
Üye olanlar da dışarıya bir şey sızdırmazlar. Dolayısıyla medyanın
toplantıların içeriği hakkında herhangi bir bilgi edinmesi mümkün değildir.
Toplantılarda gizlilik prensibinin eksiksiz
uygulanabilmesi için dikkat edilen bazı hususları burada zikredelim: Grup her
yıl yaptığı düzenli toplantılarda, toplantı yapılan otelin bütününü tutar ve
bina güvenlik güçleri tarafından yakın korumaya alınır. Üç gün süren bu
toplantılara üyelerin eşleri bile çağrılmaz. Toplantılarda not tutulması
yasaktır. Katılanlardan konuşulanları dışarıya sızdırmayacakları üzere yemin
alırlar. Şimdiye kadar düzenlenen toplantılara birçok yazar da katılmış ama bu
kişiler katıldıkları toplantıların içeriği hakkında tek satır bile
yazmamışlardır. Bu da gizlilik prensibine ne kadar sıkı bir şekilde bağlı kalındığı
hakkında yeterince fikir vermektedir. Bu toplantıların ne derece büyük bir
gizlilik içinde yürütüldüğünü grubun etkinliklerini araştıran Robert Eringer,
"Bilderberg Group, The Global Manipulators" adlı kitabında dile
getirir. Eringer, kitabın çalışma safhasında toplantılara muhtelif tarihlerde
katılan dışişleri bakanlarına ve CIA'ye yazdığı mektuplara şaşırtıcı cevaplar
alıyor. Gelen cevaplarda sorulara muhatap olan kişiler böyle bir grubun
varlığını bilmediklerini belirtirler. Örgütün "Spotlight" isimli bir
dergisi yayınlanmaktadır. ABD'li gizli örgüt ve CFR üyelerinin birçokları aynı
zamanda Bilderberg üyesidir. Aslında Bilderberg, CFR'nin çok daha gizli bir
biçimde uluslararası boyuta yayılmış halidir. Amacı Yeni Dünya Düzeni'ni ve
ABD-İngiltere hâkimiyetini ve emperyalizmini tüm dünyaya yaymaktır. Her yıl
yapılan çok gizli ortamdaki toplantılarını hem CIA, hem de toplantının
yapıldığı ülkenin istihbarat örgütü kontrol eder.
Bilderberg
kararlarının devlet yöneticilerinin değiştirilmesinde de önemli rolü olduğuna
inanılmaktadır. İngiltere'nin eski başbakanı Margaret Thatcher'ın yükselişi ve
düşüşü buna örnek gösterilir. Thatcher'in 1975'te Bilderberg toplantılarına
katılmasının ardından yıldızının birden parlaması, bu gelişmenin hemen ertesinde
yapılan İngiltere genel seçimlerinde masonların desteğiyle başbakanlığa
seçilmesi ve bu görevini 3 dönem üst üste sürdürmüş olması, birçoklarının ortak
görüşüne göre Bilderberg kararlarıyla onun desteklenmesi sayesinde olmuştur.
Daha sonra gözden düşmesinin ve yıldızının sönmesinin sebebinin de Bilderberg
grubunun, İngiltere'deki kraliyet rejimine direnmesi taleplerine itiraz etmesi
olduğu Jim Tucker adlı bir İngiliz gazeteci tarafından dile getiriliyor.
Thatcher'in düşüşünden sonra Tony Blair'in yükselişe geçmesinde de
Bilderberg'in önemli rol oynadığı tahmin ediliyor. Çünkü Blair de, Bilderberg
toplantısına katılmasından sonra İngiltere başbakanlığına seçilmeyi başardı.
ABD'nin son dönem başkanlarından Jimmy Carter, baba George Bush ve Bill
Clinton'un iş başına gelmesinde Bilderberg kararlarının etkili olduğu konuyla
ilgili araştırmalarda vurgulanmaktadır.
Bilderberg
grubu üzerinde siyonistlerin sultası çoğunlukla açığa çıkarılmaz. Oysa işin
gerçeğinde grubun karar mekanizmasında yer alanlar yahudilerdir. Hatta grubun
asıl yönetim merkezinin Kudüs'te olduğunu iddia edenler vardır. Kudüs'te 70
hahamdan oluşan Sanhedrin grubunun baş hahamlarının örgüt hiyerarşisinin en üst
noktasında bulunduğu bazı kaynaklarda vurgulanmaktadır. Bu konudaki bilgiler
gizli tutulsa da Bilderberg'in Amerika'daki yahudi lobisinin en önemli
örgütlerinden B'nai B'rith ile işbirliği içinde olduğu artık gizlenemeyecek
kadar açıktır.
Bilderberg
toplantılarının ana amacı dünya siyaseti üzerinde önceden programlamalar yapmak
ve projeler geliştirmektir. Konuşulacak ve tartışılacak konular önceden tespit
edilir. Ama bu tespiti örgüt hiyerarşisinin üst kademesinde yer alanlar yapar.
Katılanlar ise sadece görüş beyan ederler. Fakat katılımcılar sayıca çok
olduğundan görüş beyan etme süresi oldukça kısadır. Konuştuğu konuda uzman
olanlara 5, uzman olmayanlara 3 dakika konuşma süresi tanınır. Süre kontrolü
ışık sistemiyle yapıldığından kimse süresini aşma imkanı bulamaz. Buradan
anladığımıza göre bu görüş beyan etme işi bir bakıma laf olsun diye yapılmakta,
karar mekanizmasında yine üst kademeyi oluşturanların sözleri birinci derecede
etkili olmaktadır. Katılanlar ise siyaset sahnesinde ilerleyebilmek için
kararları uygulama zorunluluğu duyduklarından kendilerinden isteneni yapma
dışında bir seçenek bulamamaktadırlar. Alınan kararlar herhangi bir şekilde
yazılı veya görsel kayda geçirilmez. Herkes kararları aklında tutmak ve yeri
geldiğinde hatırlamak zorundadır.
Bilderberg
toplantılarına katılan üst düzey devlet adamları alınan kararları, kendi
ülkeleri aleyhine olsa da uygularlar. Bilderberg Grubu zaman içinde üye
sayısını bayağı artırmış ve etki alanını genişletmiştir. Zikrettiğimiz diğer
gizli örgütlerle de işbirliği içinde olduğundan, güçlerini belli bir noktada
birleştirmektedirler.
Bilderberg'in
bugüne kadar düzenlenen toplantılarının iki tanesi Türkiye'de oldu. Bunların
birincisi 1959'da İstanbul Çınar Otel'de ikincisi ise 1975'de Çeşme Altın Yunus
tatil köyünde gerçekleştirildi.
Türkiye'de son
50 yıldır başa geçen ünlü politikacıların birçoğunun Bilderberg üyeleri
arasında adları geçmektedir. Bazılarının bu toplantılara katıldığına dair
medyaya yansımış bilgiler bulunmaktadır. Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel'in
1975'te Türkiye'de, Çeşme'de düzenlenen toplantıya katıldıkları bilinmektedir.
Mesut Yılmaz 1990'da New York'ta düzenlenen toplantıya katılmıştır.
Yine Bilderberg
çalışmalarıyla ilgili araştırmalarda geçtiğine göre 1995 toplantısına Meclis
eski başkanı Hikmet Çetin, tanınmış akademisyen Prof. Dr. Şerif Mardin ve Cem
Boyner, 1996 toplantısına eski bakanlardan Emre Gönensay ve Merkez Bankası
başkanı Gazi Erçel, 1997 toplantısına eski bakan Vahit Halefoğlu, Sabah
gazetesinin sahibi Dinç Bilgin, Enka Holding'ten Sinan Tara, Prof. Dr. Üstün
Ergüder, 1998 toplantısına İktisadi Kalkınma Vakfı başkanı Meral Gezgin Eris,
Koç Holding'ten Suna Kıraç, Özelleştirme İdaresi başkanı Uğur Bayar, emekli
büyükelçi Gürbüz Aktan ve Dışişleri bakanı İsmail Cem, 1999 toplantısına
Hürriyet gazetesinin Ankara temsilcisi Sedat Ergin, Merkez Bankası başkanı Gazi
Erçel, TÜSİAD başkanı Erkut Yüceoğlu ve Koç Holding'ten Suna Kıraç, 2000
toplantısına Sosyal İşler Komisyonu üyesi ve dönemin NTV yöneticisi Nuri
Çolakoğlu ve TÜSİAD üyesi Muharrem Kayhan, 2001 toplantısına Gazi Erçel, emekli
büyükelçi Özdem Sanberk, 2002 toplantısına ise Dünya Bankası'ndan büyük ümit ve
hesaplarla Türkiye'ye getirtilen Kemal Derviş ile birlikte birkaç kişilik bir
ekip katıldı. Bunların dışında da katılanlar oldu tabii ki. İşadamı Selahattin
Beyazıt'ın daimi üye sıfatıyla her sene katıldığı medya kaynaklarında
belirtilmektedir. Onun dışında da birçok daimi üye bulunmaktadır.
Aydınlık
gazetesinin yayınladığı bir listeye göre Bilderberg'in Türkiye üyeleri şu
kişilerdir: Selahattin Beyazıt, Şarık Tara, Bülent Eczacıbaşı, Jak Kamhi, Sakıp
Sabancı, Mehmet Emin Karamehmet, Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Erdal İnönü,
Mesut Yılmaz, Hikmet Çetin, İsmail Cem, İlter Türkmen, Kemal Derviş.
Fakat bu arada
Bilderberg toplantısının kendi iç hiyerarşisi açısından daimi üyelik, üyelik ve
herhangi bir toplantıya katılma arasında fark olduğunu hatırlatalım. Bununla
birlikte toplantılara katılmak da grupla bir bağ kurmayı ve siyasi sahnede
grubun kararlarına ters düşecek tutumdan kaçınmayı beraberinde getirir.
ABD'nin eski
Dışişleri bakanı ve Amerika'daki yahudi lobisinin başını çeken Henry Kissinger,
Gizli Dünya Devleti'nin diğer örgütleri gibi Bilderberg' in de üyesidir.
Kendisinin Türkiye'deki "Dönmeler" kitlesinden olduğu ve aynı zamanda
uluslararası güç merkezleriyle irtibatının bulunduğu bilinen eski büyükelçi
Coşkun Kırca, Kissinger'in bu örgütlerdeki rolü hakkında şunları söylüyor:
"Katılanların birçoğu zaten katılmadan önce kendi memleketlerinde o tür
platformlara uygun görüşler dillendirmiş insanlardır ve önemli insanlardır. Bu
toplantılar onların katılmasıyla önem kazanıyor. Mesela Henry Kissinger zaman
zaman katıldı bu tür toplantılara ama Henry Kissinger bu toplantıların dışında
da konuştuğu zaman zaten söylediklerine önem atfedilir... Dolayısıyla Henry
Kissinger'in bu toplantılara katılması toplantılara önem katar." Bu arada
Bilderberg'in Türkiye'ye yönelik çalışmalarından Henry Kissinger'in sorumlu
olduğunu hatırlatalım.
Yuvarlak
Masa teorisine göre şekillenen örgütlerden biri de Trilateral Komisyon
(TR)'dur. Bu komisyon 1973'te her ikisi de yahudi olan David Rockefeller ve
Zbigniew Brzezinski tarafından kurulmuş gizli bir örgüttür. Bu iki kişinin aynı
zamanda CFR üyesi olduklarını hatırlatalım. Bu örgütün ortaya çıkmasında
yukarıda sözünü ettiğimiz Bilderberg grubunun çalışmalarının önemli rolü
olmuştur. Her ne kadar adresi, yeri, üyeleri belli ise de yaptığı aktivitelerin
ardında gizli amaçlar ABD'li istihbarat örgütleri ve NATO'nun gizli özel savaş
örgütleri bulunmaktadır. ABD başkanlarının ve Avrupa, Amerika ve Japonya'daki
yönetici kadroların çoğu TR üyesidir.
Tüm dünyada TR, Bilderberg ve CFR birbirinin içine
girmişlerdir. Birçok etkili yönetici bunların her üçüne birden üyedir. Örneğin
Amerika'daki yahudi lobiciliğinin önde gelen ismi ve ABD'nin eski Dışişleri
bakanı Henry Kissinger bunların her üçüne birden üyedir. Yine eski ABD başkanı
Bill Clinton, CIA eski direktörü John Mark Deutsch, Savunma bakanlığı eski
sekreteri Robert Strange McNamara, ABD'nin Japonya Büyükelçisi Walter Fritz
Mondale, Hazine eski sekreteri Benjamin Nye gibi isimler de her üç teşkilata
birden üyedir. Bilindiği kadarıyla her üçünün de üyesi olan 48 kişi vardır.
Gizli
Dünya Devleti'nin Amerika'daki karanlık şebekelerinden biri de Bohemian Grove
(Bohemian Kulübü-BG)'dır. BG, 1880'lerde California'da kurulmuş bir cemiyettir.
Üyeleri, törenleri ve faaliyetleri çok gizli tutulur. Merkezdeki çiftlik aynı
anda yüzlerce kişinin hafta sonu toplantılarına katılabileceği niteliktedir.
Her şehirde tapınakları vardır. Sembolleri Baykuş'tur. ABD'deki yahudi
lobisinin en önemli isimlerinden olan ve ABD'nin eski Dışişleri bakanı
Kissinger bu cemiyetin üyesidir. Eski başkan Ronald Reagan da bu cemiyetin
üyeleri arasında yer alıyordu. Faaliyetleri her ne kadar gizli tutulsa da
Bohemian Kulübü'nün SBS, Pilgrem Society, Rotary Club gibi masonik cemiyetlerle
iç içe olduğu çok iyi bilinmektedir. İddialara göre Amerika'da bir istihbarat
örgütünün başına getirilmenin şartı BG'den referans almaktır. BG üyeleri sadece
devlet yönetiminde değil iktisadi kuruluşlarda da önemli ve kilit noktalara
gelmişlerdir. Örneğin 1991'de Amerika'daki önemli iktisadi kuruluşlarda üst
düzey yönetimlerde bulunan BG üyelerinin sayısı şöyleydi: Bank of America 7
direktör, Pacific Gas and Electric 5 direktör, AT-T 4 direktör, First
Interstate Bank 4 direktör, McKesson Corporation 4 direktör, Ford Motors 4
direktör, General Motors 3 direktör, Pacific Bell Telephone 3 direktör.
İstihbarat örgütlerinin başkanlarının veya üst düzey yöneticilerinin birçoğunun
da BG ya da SBS üyesi olduğu kayıtlarda geçmektedir. Yeni Dünya Düzeni
teorisinin şekillendirilmesinde BG'nin de SBS gibi önemli rolü olmuştur.
Bugünkü
Gizli Dünya Devleti'nin önemli karanlık örgütlerinden biri olan Skulls and
Bones Society (Kafatası ve Kemikler Cemiyeti- SBS)'nin temelinin 1832'de
Amerika'da atıldığı tahmin edilmektedir. Fakat bu örgütün ortaya çıkmasında da
Illuminati şebekesinin rolü olmuştur. Bazı tespitlere göre 1832'de ABD'ye
İlluminati'nin bir uzantısı olarak William Russell ve Alphonso Taft tarafından
getirilmiştir. Alphonso Taft, ABD başkanlığı yapan ve SBS üyesi olan William
Howard Taft'ın babasıdır. Fakat bu örgütün 1882 öncesindeki çalışmaları çok
fazla bilinmemektedir.
SBS'nin fikriyatı ve törenleri masonlarınkine çok
benzemektedir. Beyin yıkama uygulamasının bir başlangıcı olarak ‘inisiasyon’
töreni adı verilen bir tören uygulanır. Bu törende üyeliğe kabul edilen kişi
çırılçıplak soyunup bir tabuta girer. Tabuttan çıktığında kendini yeniden
doğmuş gibi kabul eder. Ondan sonra artık kafa yapısını SBS şebekesinin
organizatörleri ve bu şebekenin dayandığı fikirler şekillendirir. İşleyiş tarzı
Illuminati şebekesinin işleyiş tarzından farklı değildir. Son derece gizli
çalışır. Üyelerinin dışarıya bilgi sızdırmamasına büyük önem verilir.
SBS'ye üyelik ancak davetle mümkündür. Yani bir
kimse kendi istese de örgütün içinden bir davet olmadan bu isteği dikkate
alınmaz. Örgütü organize edenler özellikle seçtiklerini almak ve onları da
önemli konumlara getirmek amacıyla bu sistemi uygulamaktadırlar. Bir kişinin
örgüte kabul edilmesi için Beyaz, Anglo-Sakson ve Protestan olma şartı aranır.
Bu şart WASP (White, Anglo-Sakson, Protestan) kısaltmasıyla ifade edilir.
SBS'nin son 150 yılda 2500'den fazla üyesi
olmuştur. Bunların hepsi de Amerika'da kilit noktalara gelmişlerdir. Örgüte
alınanların aile fertleri ve akrabaları da elit tabakadan kabul edilirler.
Bugünkü ABD başkanı oğul Bush da, onun babası da SBS üyesidir.
Örgütün merkezi Yale Üniversitesi'ndedir ve örgüte
her yıl sadece 15 üye kabul edilmektedir. SBS üyeliğine alınacaklarda protestan
olma şartı aransa da örgütün fikriyatı Illuminati'nin fikriyatı ile aynıdır.
Dolayısıyla SBS de masonik örgütlenmenin bir kanadı sayılır. Masonik
örgütlenmeyi ise sadece masonluğun değil aynı zamanda siyonizmin fikri alt
yapısını hazırlayan Tapınak Şövalyeleri, Malta Şövalyeleri ve Illuminati
şebekesi ile birlikte değerlendirmek gerekir.
Amerika'da oldukça etkili olan SBS'nin mensupları
toplumda hemen her yapıya girmiştir. Bunların içinde Beyaz Saray, Yüce Divan,
medya, iş ve endüstri, federal banka sistemi, kanun yapıcı kurullar, mahkemeler
vs. yer alır. Birinci ve İkinci Dünya savaşlarında Avrupa'daki Illuminati
şebekesi gibi Amerika'daki SBS de önemli rol oynamıştır. Yeni Dünya Düzeni
teorisinin geliştirilmesinde de en önemli rol oynayan organizasyonlardan biri
bu örgüttür.
SBS'yi kesinlikle Illuminati şebekesinden ayrı
düşünmemek gerekir. Bu ikisinin bir çalışma irtibatı ve koordinasyon içinde
olduğunu rahatlıkla tahmin edebiliriz. Ayrıca şunu ifade edelim ki SBS
üyelerinin tamamına yakını aynı zamanda Illuminati'nin Yuvarlak Masa teorisine
göre oluşturulan Bilderberg ve Dış İlişkiler Komisyonu (CFR) gibi organlara
üyedirler.
Aslında
global alanda faaliyet gösteren gizli örgütlerin hepsinin bu kadar olmadığı
sanılmaktadır. Bunlar sadece isimleri duyulmuş ve faaliyet yaptıklarından biraz
haberdar olunmuş örgütler. Faaliyetlerinin içeriği ise bilinmiyor. Gizli örgütlerin
ortaya çıkmamış olanlarının da bulunduğuna işaret eden eski büyükelçi İsmail
Berdük Olgaçay'ın bu örgütlerin faaliyetleri ve etkileri hakkında dikkat
çektiği hususlar gerçekten düşündürücü: "Gizli olmaları doğaları
gereğidir. Şimdi diyelim ki orada Türkiye'deki bir parti hakkında herhangi bir
karar alındı veya Apo'nun asılıp asılmaması konusunda bir karar alındı. Siz
bunu nasıl açıklarsınız? Doğal olarak açıklayamaz ama uygulamak zorunda
kalırsınız. Ve uygulamak zorundasınız."
Özellikle üçüncü dünya ülkelerinin bu tür
platformlarda alınan kararları uygulamalarının zorunlu olduğuna vurgu yapan
emekli büyükelçi "ya uygulanmazsa?" sorusuna şu cevabı veriyor:
"Burada gaye sözü geçen hükümetlerin kendilerine yakın olan hükümetlere
yaşama hakkı vermeleri, kendilerine uzak olanlara ise yaşama hakkı
vermemeleridir. Yani uygulanmama noktasında veya muhalefet noktasında şansınız
yok, sizi her alanda sıkıştırırlar ve yaşama hakkı elinizden alınır."
Olgaçay'ın bu tespitine Kanada'da yayınlanan
Toronto Star isimli gazetenin 30 Mayıs 1999 tarihli sayısında yer alan bir
değerlendirme de önemli dayanak oluşturuyor. Gazetenin bir bilim adamına
dayandırdığı tespiti şöyle: "Bilderberg çok güçlüdür. Aldığı her kararı
istediği ulusa dayatma gücüne sahip. Dolayısıyla bir ülkeyi yükseltmesi de
çöküntüye sevk etmesi de an meselesidir." Burada belki biraz abartma
olabilir ama Bilderberg'in tek başına olmadığı, Gizli Dünya Devleti'nin diğer
organlarıyla işbirliği içinde çalıştıkları, bunların da çağımızın etkili ve
güçlü ülkelerinin yöneticilerini bünyelerinde topladığı dikkate alınırsa konu
biraz daha açıklık kazanır.
Bu
iki aileden daha önce çeşitli vesilelerle söz ettik. Burada her ikisi de yahudi
olan bu iki aileden özel bir başlık altında ve ayrıntılı bir şekilde söz etmek
istiyoruz. Çünkü bu ailelerin mensuplarının adları Gizli Dünya Devleti'nin
örgütleriyle bağlantılı olarak sıkça geçmektedir.
19. yüzyılın büyük bir çoğunluğunda, bir Yahudi
bankacılar ailesi olan Rothschild Ailesi, Avrupa'nın para marketlerini yönetti.
Birçok Avrupa toplumu, borçlarını, savaş tazminatlarını ödemek veya barış
projelerini finanse etmek için Rothschild'lardan para borçlandı. Ailenin ismi,
yani Rothschild ismi, bir atalarının dükkanının işareti olarak kullandığı
kırmızı bir kalkandan (a red shield, Almanca'da rothen schilde) gelmektedir.
Mayer Amschel Rothschild (1744-1812) aile
servetinin kurucularından olmuştur. Almanya'da, Frankfurt-am-Main'deki yahudi
bölgesinde doğmuştur. Bir tüccardı ve dövizcilik gibi birkaç bankacılık
servisinde bulundu. Nadir madeni para uzmanı olan Mayer Amschel Rothschild pek
çok zengin eve katılabilme imkanını elde etti. Özellikle de seçme hakkına sahip
olan William of Hesse-Kassel'in evine girebilecek ayrıcalığa sahip olması
önemliydi. Kısa sürede, seçme hakkına sahip bu şahsın başlıca ekonomik işleri
ile uğraşmaya başladı. Mayer Amschel Rothschild beş oğlunu da aile işinde
çalışmak üzere yetiştirdi.
Rothschild'lar uluslararası bankacılar olarak ün
kazanmalarını, Napolyon Savaşları'na borçludurlar. Mayer Amschel'in üçüncü oğlu
Nathan Mayer (1777-1836), 1800 civarlarında İngiltere'ye gitti ve Napolyon'un
kuşatması sırasında İngiltere için eşyalar kaçırdı. Kardeşlerinin yardımı ile,
Nathan Mayer ayrıca İspanya'daki İngiliz ordusunu finanse etmek amacıyla
Fransa'dan altın da taşıdı. Bu çabaları, Nathan'a İngiliz hazinesinin
temsilcisi ünvanını kazandırdı. Savaşın sonunda, Rothschild Ailesi Fransa ve
Avusturya'ya borç vermekle yükümlüydü.
Nathan'ın erkek kardeşi Jacob ya da James
(1792-1868), Fransa'nın başkenti Paris'te bir banka kurdu. Onun kardeşi Salamon
Mayer ise (1774-1855) Avusturya'nın başkenti Viyana'da bir banka kurdu. Bir
diğer erkek kardeş Karl Mayer (1788-1855) İtalya'nın Naples şehrinde bir başka
banka kurdu ama tutunamadı ve 1861 civarında kapattı. En yaşlı kardeş Amschel
Mayer (1773-1855), Frankfurt'taki ekonomik işlerden sorumlu olarak kaldı.
Rothschild Ailesi, Avrupa ve Amerika'da tren
yollarını finanse etti ve ABD'de isteyenlere borç alma imkanı sağladı. Nathan
Mayer'in oğlu Lionel Nathan (1808-79) 1875'te Süveyş Kanalı'nın kontrolünü
satın alması için Başbakan Benjamin Disraeli tarafından kullanılmak üzere
İngiltere'ye borç verdi. Lionel Nathan İngiliz Meclisi'ne seçilen ilk Yahudiydi
ve onun oğlu Nathan Mayer (1840-1915) ilk Baron Rothschild oldu.
Rothschild'lar birçok onur ve unvan elde ettiler.
İngiliz ve Fransız ailelerinin üyeleri olanlar ise kendilerini bilim adamları
ve hayırsever olarak tanıtmışlardır.
Rothschild ailesinin 2000' li yıllara üç trilyon
dolar sermaye ile girdiği tahmin edilmektedir. Bütün bu bilgilerden
anlaşıldığı üzere bu aile faiz prangasını kullanarak hem siyasi yönetimleri
kendilerine bağlamış, hem de bu yolla büyük gelirler elde etmiş, servetlerine
servet katmışlardır. Tabii servetlerini katlamalarına paralel olarak yönetimler
üzerindeki etkileri ve güçleri de artmıştır. İşte bu etki ve güçlerini
kullanarak, başta Illuminati şebekesi olmak üzere destekledikleri bütün
karanlık teşkilatların ve masonik örgütlerin elemanlarının istedikleri yerlere
gelmelerini sağlamışlardır. Onların bu etkinlikleri de kendilerine siyaset
meydanında "parlak" bir gelecek hazırlama hayalleri yapanların
onların ağlarına düşmelerini kolaylaştırmıştır.
Rockefeller ailesi, Amerika'daki yahudi lobisinin
başını çeken bir ailedir. Bu aile de Rothschild ailesi gibi başlangıçta banka
ve finansman işine ağırlık verdi. Bu yüzden Amerika'da yıllardan beridir para
piyasalarında saltanat sürmektedirler. Hatta Amerika'da sermaye alanında 150
yılı aşan bir Rockefeller hanedanlığından söz edilir. Fakat sadece finans ve
para piyasasında kalmamışlardır. Petrolden endüstriye çok geniş bir alana
yayılmış ve oldukça güçlü bir sermayenin sahibi olmuşlardır. Özellikle petrol
alanında tam bir dev ve tröst haline gelmişlerdir ve Amerika'nın en önemli
petrol şirketleri onların elindedir.
Ailenin Rockefeller Vakfı adıyla bir vakıfları da
bulunmaktadır. Bu vakfın amacı da Illuminati ve Yuvarlak Masa şebekesinin ağına
düşecek yöneticiler yetiştirmek amacıyla üniversite çağındaki öğrencilere burs
temin etmektir. İsmi daha önce birkaç kez geçen yahudi Henry Kissinger bu
vakfın danışmanlarındandır. Kissinger'in Rockefeller ailesiyle danışmanlığın
ötesinde oldukça derin ilişkileri bulunmaktadır. Bu yüzden birçok çalışmalarında
ortaktırlar. Rockefeller Vakfı aynı zamanda Beyaz Saray'a strateji üreten bir ‘think
tank’ kuruluşu gibi çalışmaktadır. Bu çalışmasının asıl amacı ise ABD'nin
politikasına yön vermektir. Bu vakıf Türkiye'de yönetimde üst kademelere kadar
gelmiş bazı kişilere de burs vermiştir.
Chase Manhattan Bank (CMB), Rockefeller ailesinin
finans kurumlarından biridir. Adında geçen Manhattan, New York'ta yahudilerin
oldukça yoğun oldukları adanın adıdır. Bu bankanın şah dönemi İran'da çeşitli
yatırımları bulunuyordu. Uluslararası Temel Endüstri Ortaklığı (IBEC) ailenin
bir ferdi olan Nelson Rockefeller tarafından kurulmuştur. Aileye ait
şirketlerin Suudi Arabistan' da birçok yatırımı bulunmaktadır. Suud
petrollerine hakim durumdaki ünlü ARAMCO şirketinin hisseleri Rockefeller
ailesine ait dört şirket arasında paylaştırılmıştır. Bunlar da Texaco, New
Jersey Oil, Socony Vacum ve California Standart Oil şirketleridir. Bu dört
şirket 1944'te bir araya gelerek ARAMCO'yu kurmuşlardır.
Merkezi Londra'da bulunan Harts Horn J. E. Oil
Company and Goverments' ın yayınladığı istatistiklere göre Ortadoğu
petrollerinin % 99'u yedi büyük petrol şirketinin kontrolü altındadır. Bu
şirketlerin beşi yahudi Rockefeller ailesine aittir. Geriye kalan iki şirketten
Shell'in sahibi Marcus Samuel ve Royal Dutch'ın sahibi Wiliam Detending de
yahudidir.
Ünlü American International Corporation (AIC)'ın
ortaklarından biri de Rockefeller ailesidir. Ailenin Avrupa'daki bazı
bankalarla da iş bağlantısı olduğu bilinmektedir.
Daha önce sözünü ettiğimiz Yuvarlak Masa teorisine
göre oluşturulmuş olan Trilateral Komisyon'un fikir babalığını da Rockefeller
ailesine mensup David Rockefeller ve yine bir yahudi olan Zbigniew Brzezinski
yapmıştır.
David Rockefeller'in tek marifeti zikrettiğimiz
komisyonun fikir babalığını yapmak değildir. Hıristiyan ve Yahudi Milli
Konferansı'na üyedir. Komünizmin çöküş merhalesinde yahudi sermayesinin
Sovyetler Birliği'nden ayrılan ülkelere kazık çakmasında önemli rol oynamıştır.
Bunda Sovyetler'deki komünistlerle eski dostluğunun önemli rolü olmuştur.
Yukarıda sözünü ettiğimiz global gizli örgütlerin tümünde Henry Kissinger'den
çok daha fazla etkinliği vardır. CFR, Bilderberg ve Trilateral Komisyon'un her
üçünün de birinci derecede David Rockefeller'in kontrolünde olduğu bu örgütlerle
yakından ilgilenenlerin çoğunda oluşan yaygın bir kanaat. Hatta bu üç örgütün
kralının David Rockefeller, baş danışmanının da Henry Kissinger olduğuna
inanılmaktadır. Her ikisi de yahudi ve her ikisi de Amerika'daki yahudi
lobisinin başını çekenlerden. Bu üç büyük örgütün kendi iç hiyerarşisinde
merkezde bulunan kişiye "boğanın gözü" denmektedir ve hali hazırda
"boğanın gözü"nün David Rockefeller olduğuna inanılır.
Siyonistlerin
Hitler sömürüsü bugün hala sürmektedir. Aslında bu işin arkasında duran gerçek,
nispeten gün yüzüne çıkmıştır. Ama ne yazık ki, gizli eller bu gerçeklerin
yazılmasına ve konuşulmasına pek fırsat vermek istemiyorlar. Biz Hitler ve
Nazizm gerçeğini de biraz tahlil etmek istiyoruz.
Her şeyden önce Hitler'in yükselişi ve Almanya'da
yönetimi ele geçirmesi bir tesadüfün eseri değildir. 1919'da Paris yakınlarında
gerçekleştirilen Versailles Barış Konferansı'nda Almanya, ödemesi mümkün
olmayan tazminatlara mahkum edildi. Bu tazminat kararlarını alanların başında
gelenler ise Illuminati şebekesinin organı durumundaki Yuvarlak Masa
üyeleriydi. Bu karar Almanya'yı ciddi bir ekonomik çöküşe sürükledi. Zaten
amaçlanan da buydu. İşte bu ekonomik çöküş, Hitler'in bir kurtarıcı gibi
yükselmesi için şartları hazırladı.
Nazizmin siyasi mekanizması durumundaki Nasyonal
(Ulusal) Sosyalist Parti, Almanya'da ilk ortaya çıktığında pek tanınmıyordu.
Fakat ülkenin tanınmış sanayicilerinin bu partiye girmesiyle birlikte biri
birden tanınmaya ve yıldızı parlamaya başladı. Krupp, I. G. Farben ve diğer
bazı yahudi şirketlerinin sahipleri 1929'da bu partiye girdi. Bunların partiye
girmeleri ani bir kararla ve hızla gerçekleşmişti. Bu kişiler Hitler'in parti
içinde yükselmesinde önemli rol oynadılar. Bunun için her türlü maddi yardımı
yaptılar.
Sadece sanayiciler değil yahudi bankerler de
Hitler'e istediği yardımı yapıyorlardı. Uluslararası alanda faaliyet gösteren
yahudi banker Warburg, Amerika'nın ünlü yahudi ailesi Rockefeller adına
Hitler'le irtibat kurarak yardım teklifinde bulundu. Henry Coston, La Haute
Finance et Les Revolutions adlı eserinde Warburg'un Hitler'le bağlantı kurması
ve desteği hakkında şu bilgileri veriyor: "Warburg, Almanya'ya geldiğinde
Hitler'in danışmanlarıyla görüşmeler yaptı. Temsil ettiği Amerikalı finansörler
adına Führer'e başa geçmesi için 10 milyon dolar vaat etti. Hitler, Wall
Street'teki koruyucularıyla devamlı mektuplaşıyordu: 'Hareketimiz Almanya'da
büyük bir hızla gelişiyor. Bana gönderdiğiniz para bitti. Bir dahaki sefere ne
kadar alabileceğimi bana bildirmenizi önemle rica ederim.' Hitler. Hitler'in bu
ricası yahudi bankerler tarafından karşılıksız bırakılmadı. Yapılan kısa bir
toplantıdan sonra Nazilere 15 milyon dolarlık yeni bir yardımın yine Warburg
aracılığıyla ulaştırılması kararlaştırıldı."
Hitler'e maddi yardım yapanlardan biri de yine
yahudi banker ailelerden ve Royal Dutch Shell şirketinin sahibi Samuel
ailesiydi.
Hitler'in yahudi para babalarıyla ilişkisine dair
bilgileri çok fazla uzatmaya gerek görmüyoruz. Ancak bu konuda özel bir
araştırmaya yetecek kadar bilgi olduğunu hatırlatmakta yarar görüyoruz.
Yukarıda üzerinde durduğumuz ve Gizli Dünya
Devleti'nin en önemli organlarından biri durumundaki Bilderberg'in kuruluşunda
birinci derecede rol oynayan Hollanda prensi Bernhard'ın aynı zamanda Nazi SS
örgütünün üyelerinden olduğunu daha önce belirtmiştik. SS, Koruyucu Kademe
anlamına gelen Schutz Staffel isimlendirmesinin kısaltmasıdır. Hitler, bu özel
birliği 1925'te kendisinin korunması için kurdurmuştu. Başlangıçta küçük bir
örgüt olan bu birliğin, Nazilerin iktidara geldiği 1933'te 50 bin kişilik
mensubu oldu. Böylece büyük bir ordu haline geldi. Daha çok ordu disiplininde
çalışıyordu. Başına geçirilen Heinrich Himmler ise fanatik bir ırkçı olarak
tanınıyordu. İlginçtir ki Himmler'in baş yardımcılığına da yahudi kökenli
Reinhard Heydrich getirilmişti. Nazilerin hüküm sürdüğü bölgelerdeki Yahudileri
göçe zorlama veya ikna etme görevini de SS'ler üstlenmişti. "Yahudi Sorunu"
olarak isimlendirilen, gerçekte ise yahudileri göçe zorlamayı amaçlayan
programı uygulama işiyle ise adı geçen Reinhard Heydrich ile Adolf Eichman adlı
ikinci bir yahudi ilgileniyordu.
Hitler'in hüküm sürdüğü bölgelerde estirdiği
anti-semitist (yani yahudi karşıtı) terör Filistin topraklarına yahudi göçünü
son derece hızlandırmıştır. Öyle ki 1917'de İngilizlerin Filistin topraklarını
işgal etmelerinden itibaren yapılan onca teşvike rağmen 1933'e kadar
gerçekleşen göçlerle birlikte Filistin topraklarındaki yahudi nüfusun sayısı
150 bini geçmemiştir. Ama Hitler'in 1933'te iktidarı ele geçirmesinden sonra
anti-semitist terör estirmesiyle birlikte yahudiler çekirge sürüleri gibi
Filistin'e akın etmeye başlamışlardır. Çünkü Hitler'in adamları birkaç yahudiyi
öldürüp kamyonetlerin arkasına atarak yahudilerin yoğun olduğu mahallelerde
dolaşarak: "Buraları terk etmezseniz sizin sonunuz da böyle olacak"
diye ilanlar yayınlıyorlardı. Hitler'in adamları yahudileri sadece tehdit
yoluyla değil ikna yoluyla da göçe yöneltiyorlardı. Fırınlama, binlerce insanın
kitleler halinde katledildiği iddiaları ise siyonistlerin yıllardan beridir
sömürü aracı olarak kullandıkları efsanelerden ibarettir. Hitler terörü
sebebiyle yahudilerin Filistin topraklarına akın etmesi neticesinde II. Dünya
Savaşı'nın sona erdiği 1945'e gelindiğinde Filistin topraklarındaki yahudi
nüfusun sayısı 800 bine ulaşmıştı. Böylece Filistin'de bir "İsrail"
devletinin kurulması için yeterli insan potansiyeli oluşmuş oluyordu. Zaten
Hitler'in görevi de işte bunu sağlamaktı. Hitler'in görevini tamamlamasından
sonra defteri de dürüldü. II. Dünya Savaşı'ndan büyük bir yenilgiyle çıkan
Hitler kurtuluşu intiharda buldu.
Bu
iki kuruluş, Gizli Dünya Devleti'nin özel fitne politikalarıyla ve oyunlarıyla
çıkarılan II. Dünya Savaşı'nın getirdiği ortamdan yararlanılarak kurulmuş para
tuzaklarıdır. Bu kurumlardan tarih boyunca sürekli zayıf devletleri borç
batağına sokmak, borç yoluyla ayaklarına pranga vurmak, verilen borç
karşılığında siyonistlerin kontrolündeki finans kurumlarına faiz geliri
sağlamak, bütün bunlara rağmen yine de verilen kredi karşılığında dolaylı
sömürgeciliğe esir edilen ülkelere belli politikaları zorla kabul ettirebilmek
için yararlanılmıştır. Biz burada bu iki tuzaktan biraz daha ayrıntılı olarak
söz etmek istiyoruz.
Kuruluşu,
II. Dünya Savaşı'nın bitmesinin hemen ardından yani 1945'te
gerçekleştirilmiştir. 1-22 Temmuz 1944 tarihleri arasında ABD'nin New Hampshire
eyaletinin Bretton kasabasında 44 ülkenin katılımıyla gerçekleştirilen
konferansta alınan karar doğrultusunda 27 Aralık 1945 tarihinde kuruluşu resmen
ilan edilmiştir. Kuruluşa merkez olarak Washington DC seçilmiştir. Kuruluşta
ilk başkan olarak da Belçikalı Camilla Gutt seçilmiştir. Üyelikte zorlayıcı
kriterler aranmadığı için ve bu teşkilattan kredi alınabilmesi için üyelik şart
koşulduğundan üye ülke sayısı hızla artmıştır. Bugün 182 ülke bu teşkilata
üyedir.
Üye ülkelerin gayri safi yurtiçi hasılası, ortalama
rezervleri, cari dış ödemelerinin yıllık ortalaması gibi parametreler esas
alınarak hesaplanan üyelik payları vardır. Bu üyelik payına 'kota' denir.
Kotalar, üye ülkelerin IMF'deki oy gücünün, kuruluştan yararlanabileceği mali
imkanın miktarının ve tahsis edilecek Özel Çekme Hakkı (SDR) miktarının
belirlenmesinde tek ölçü olarak kullanılır. Üye ülkelere şartlar gereği özel
bir imkan tanınmaz ama acil ve önemli durumlarda kotasının sadece üç katı
tutarında IMF kaynağı alabilir. IMF'e üye her ülkenin toplamdaki oy oranları ve
yüzdeleri eşit değildir. Amerika'nın toplamdaki oy oranı % 17.35 Türkiye'nin
toplamdaki oy oranı % 0.49, Rusya'nın % 2.79, Çin'in ise % 2.20'dir. Buradan da
görüleceği üzere ABD'nin karar mekanizmasındaki oy hakkı Türkiye'nin hakkının
35 katıdır. Kaldı ki ABD'nin oyun ötesinde birtakım yaptırım ve engelleme
imkanları da bulunmaktadır.
****
Kurumun örgütlenmesinde IMF başkanı ve kurumun
kararlarının alındığı iki merkez vardır: Guvernörler Kurulu ve İcra
Direktörleri Kurulu. IMF nezdinde başta ABD olmak üzere, Avrupa Birliğine üye
gelişmiş ülkelerce onaylanmayan hiçbir karar alınmadığı gibi IMF'ce alınacak
olan her karar, bu gelişmiş ülkelerin menfaati ve siyasi beklentileri
doğrultusunda olmak zorundadır. Ülkelerin sunduğu programlar 1-2 yılı kapsarsa
stand-by düzenlemesi, 3-4 yılı kapsarsa süresi uzatılmış düzenleme olarak
adlandırılır.
IMF'in mali imkanlarını kullanmak isteyen
ülkelerin, istek ve önerileri dikkate alarak veya IMF dayatması doğrultusunda
hazırladıkları ekonomik istikrar programı diğer adıyla 'Niyet Mektubu' İcra
Direktörleri ve Guvernörler Kurulu'nun onayına sunulur. ABD Başkanı Eisonhower
döneminde ekonomik işlerden sorumlu Dışişleri bakan yardımcısı Douglas
Millon'un ABD Kongre Bankacılık ve Para Komisyonu'nda 4 Mart 1959'da yaptığı
konuşmada sarf ettiği sözler IMF'in siyasi ve ekonomik politikaları geri kalmış
ülkelere kabul ettirme konusunda ne derece etkili olduğu hakkında bazı ip
uçları içermektedir: "Uluslararası bir kuruluş olarak Para Fonu'nun bağımsız
hükümetlere mali konularda fikir vermesi ve/veya yardım karşılığında bazı
konularda ısrar etmesi gelişmiş ülkelerin hükümetlerinin aynı şeyi
yapmalarından daha önemlidir. Bu nokta son derece önemlidir. Para ve maliye
gibi hassas konularda hükümetler, nesnel yansız ve yetenekli bir uluslararası
kuruluşun görüşlerini ne kadar iyi niyetli olursa olsun, bir diğer hükümetin
görüşlerine yeğlerler"
IMF'in politikası hakkında, J.Marcus Fleming, The
International Monetary Fund adlı eserinde şu özlü bilgileri vermektedir:
"IMF, güçlü ve zengin ülkelere döviz kurlarını desteklemek amacıyla büyük
yardımlar sağlarken, bu ülkelerin döviz kurlarının ve ticaret politikalarının
belirlenmesinde etkili bir rol oynayamaz. Fon'un uluslararası spekülasyonlardan
kaynaklanan krizlerdeki çaresizliği ve uluslararası bir kuruluş olmasına rağmen
kendi politikalarını üçüncü dünya ülkeleri dışındaki ülkelere dikte
ettirememesi son derece ilginçtir."
IMF'in görünen yüzü ile gizlenen yüzü oldukça
farklıdır. Kamuoyu IMF'i "çok zengin sermayeli bir banka ve dünya çapında
bir finans kurumu" şeklinde tanımaktadır. Oysa IMF'in asıl işlevi ve
özelliği "aracı kefalet kurumu, tefeci ve komisyoncu" olmasıdır. Bu
işi de ağırlıklı olarak aşağıda tanıtacağımız Dünya Bankası'nın veya Amerika'daki
siyonist lobiye mensup kişilerin elindeki finans kurumlarının kasalarını
kullanarak yapar. Böylece hem geri kalmış ülkelerin yönetimlerinin ayaklarına
pranga takmış ve onları Gizli Dünya Devleti'nin güdümüne sokmuş hem de yahudi
sermaye sahiplerinin paralarının işlemesini, onların büyük miktarlarda faiz
gelirleri kazanmalarını sağlamış olur.
IMF'nin kredi sağlama konusunda izlediği metot da
yeterince bilinmemektedir. Sürekli "kredi aldık, kredi verdi"
ibareleri kullanıldığından insanların zihinlerinde, açıklanan rakamlara tekabül
eden miktarlarda paranın kredi alan devletin hazinesine aktarıldığı şeklinde
bir kanaat oluşmaktadır. Oysa IMF'in yaptığı sadece kalem oynatmaktan ve kağıt
karalamaktan ibarettir. Bunun karşılığında muhatap devlet adına belirlenen
miktarda para, IMF yetkilileri tarafından kabul edilen resmi veya özerk
kurumların hesaplarına, yine belirlenen amaçlar doğrultusunda kullanılmak
şartıyla aktarılır. Bu yüzden de bazen haberlerde "kredi alındı,
alınacak" ifadesi yerine "serbest bırakıldı, bırakılacak"
ifadesi tercih edilmektedir. Yani IMF'in yaptığı bir tür çek yazmaktır.
IMF'in
asıl dikkat çekilmesi gereken yönü Gizli Dünya Devleti'nin örgütleriyle
arasındaki irtibattır. Fakat bu yönüne çok fazla dikkat çekilmez. Batılı
araştırmacılardan Peter Thompson, IMF'in bu bağlantısı hakkında şu bilgiyi
verir: "Batının uluslararası koordinasyonunu sağlayan aygıtların başında
Batı Avrupa ve Kuzey Amerika elitlerini bir araya getiren Bilderberg toplantıları
gelir. Bu toplantılarda alınan kararlar ise BM, IMF, Dünya Bankası, OECD ve
NATO gibi ekonomik, politik kurumlar aracılığıyla hayata geçirilir."
IMF yöneticilerinin geneli başta Bilderberg ve CFR
olmak üzere Gizli Dünya Devleti'nin muhtelif örgütlerinin toplantılarına özenle
katılırlar.
IMF'in
kredi karşılığında istedikleri sadece iktisadi alanla ilgili değildir. Birtakım
siyasi hesaplara dayanan kirli planlarını da dayattığı olmaktadır. İşte iki
örnek:
Fransız Haber Ajansı (AFP)'nin yayınladığı bir
habere göre Yemen 1996'da IMF'ten 280 milyon dolar kredi ister. Bunun
karşılığında iki şart ileri sürülür:
-Hükümet kademelerinde İslami akımlara karşı
mücadele edilmesi,
-İslami banka kurulması çabalarına izin
verilmemesi.
Bir diğer önemli örnek de Çeçenistan savaşının yol
açtığı ekonomik açığın kapatılması amacıyla Rusya'ya verilen destektir.
Rusya'ya günlük maliyeti beş milyon dolar olan savaşın ekonomik yükünün
hafifletilmesi amacıyla IMF, bu ülkeye önemli miktarda kredi verir. Dünya
İktisat Enstitüsü'nde görev yapan uluslararası ilişkiler uzmanı Viktor Bosok'un
yaptığı açıklama bu konuda önemli bir ipucu vermektedir: "Rusya'nın IMF'e
Ekim 1999'da 369 milyon, Kasım 1999'da da 800 milyon dolar geri ödemesi varken,
IMF'ten bu dönemde 1 milyar dolar kredi alması son derece anlamlıdır."
Başta Afrika ülkeleri olmak üzere birçok üçüncü
dünya ülkesinin ekonomik yönden geri kalmasında ve halklarının aç
bırakılmasında IMF'in dayattığı politikaların önemli rolü bulunmaktadır. 1993
yılında Afrika Sendikalar Birliği Genel Sekreteri Hasan Sunmonu, Herald Tribune
gazetesinde yayınlanan açık mektubunda IMF'in uygulamalarıyla ilgili olarak
şunları anlatıyordu: "IMF ve Dünya Bankası bölgedeki askeri ve totaliter
diktatörlükleri sürekli destekleyen bir politika izlemektedir. Bu dönemde IMF
ve Dünya Bankası'na yönelik çiftçi protestoları vahşice bastırılmıştır. Bu iki
organizasyonun Afrika'ya verdiği en büyük zarar ise dayattıkları tarım
politikaları oldu. Fakir Afrika ülkeleri ihtiyaçları olan gıda maddeleri yerine
kakao, pamuk, kauçuk gibi maddelerin üretimine zorlanmışlar, gıda maddelerini
ise AB ve ABD'den ithal etmeye mecbur bırakılmışlardır. Son 10 yılda Afrika 100
milyar dolar borç faizi ödemiştir. Bu borçları ödeyebilmek için kamu
kuruluşlarının özelleştirilmesini şart koşan IMF, İngiltere gibi liberal
ekonominin kalesi sayılan bir ülkede 12 yılda kamu kuruluşlarının sadece yüzde
12'sinin özelleştirildiği gerçeğini göz ardı ederek, bu konuda siyasi
iktidarlar üzerinde baskı kurmuştur."
Ülkelerdeki önemli ekonomik kararların, acı
reçetelerin ve hatta pek çok ihtilallerin ve hükümet değişikliklerinin, IMF
merkezinde planlandığı araştırmacıların özellikle üzerinde durdukları bir
husustur. Venezuella Cumhurbaşkanı'nın: "Ülkemizdeki ekmek ve benzin fiyatlarından
memur ve işçi maaşlarına, yatırım alanlarından ihracat ve ithalat kotalarına
kadar her sahada etkili olan bu kuruluşun, siyasi iktidarları değiştirme
yetkisinin de olacağını düşünüyorum" sözü bu açıdan dikkat çekicidir.
Türkiye
1947 yılında IMF'e üye olmuştur. 1970 yılından itibaren ise IMF'in istek ve
önerileri doğrultusunda ekonomik istikrar programları hazırlamıştır. Şimdiye
kadar 17 stand by anlaşması imzalamıştır. İmzaladığı 16 stand-by anlaşması ile
IMF'in mali imkanlarından ve kendi SDR'sinden 4 milyar 362 milyon dolar kredi
almıştır. Bunun karşılığında IMF tarafından dayatılan ve Türkiye'yi ekonomik
yönden bayağı gerilere götüren, çeşitli alanlardaki üretimlerine kota koyan,
dış ticaretini sınırlandıran pek çok programı uygulamak zorunda kalmıştır.
1947'den buyana ve 16 stand-by anlaşmasına imza atarak aldığı kredilerin
toplamı ise Amerika'nın İsrail'e bir yılda verdiği yardımdan sadece 1 milyar
dolar fazladır. Değer olarak düşünürsek aldığı toplam kredi 215 adet orta halli
savaş uçağına tekabül etmektedir. Türkiye'nin kullandığı kredilere üyelik
karşılığında yatırmak zorunda olduğu katılım payı karşılığındaki para çekme
hakkı yani SDR'si de dahildir.
Dünya
Bankası, IMF'in bir kardeş kuruluşu olarak bilinir. Merkezi Washington'dadır.
IMF ile aynı binada ve tam bir koordinasyon içinde çalışır.
Birleşmiş Milletler'e bağlı mali kuruluş olan Dünya
Bankası 1944 yılının Temmuz ayında, Birleşmiş Milletler Para ve Maliye
Konferansı'nda alınan kararlar doğrultusunda kurulmuştur. Ancak resmi kuruluşu
Haziran 1946'da gerçekleşti. Dünya Bankası, öncelikli olarak II. Dünya Savaşı
sonrası imar etkinliklerini desteklemeye yönelik krediler vermiştir. Yani II.
Dünya Savaşı'nın yol açtığı yıkım ve tahribat sebebiyle Gizli Dünya Devleti'nin
de finansörleri olan siyonist finansörlere gün doğmuştu. Üstelik işin
hamallığını başkalarına yaptırıyor kendileri sadece para ve kredi temin etmek
suretiyle servetlerine servet katıyorlardı. Paralarının herhangi bir şekilde
riske girmemesi için de onu uluslararası güvenceye sokmak amacıyla BM'e bağlı
bir uluslararası banka kurdurmuşlardı ve kanal olarak onu kullanıyorlardı.
Dünya Bankası kredilerini 1949'dan sonra ekonomik
kalkınma amaçlı projelere kaydırmıştır.
Dünya Bankası'nın en yetkili organı Guvernörler
Konseyi'dir. 20 kişiden oluşur ve borç para verme işlemleri üzerinde karar
alır. Mevcut sermayesi 171 milyar dolardır.
Kredi vereceği zaman şu kriterlere bakar: 1)
Kredinin doğrudan devlete veya hükümetlerin güvencesi altında olmak şartıyla
özerk kuruluşlara verilmesi, 2) Genellikle 15 veya 20 yıl vadeli verilmesi 3)
Mali piyasadaki faiz oranına yakın faizle verilmesi
NATO,
II. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan bir askeri bloktur. Ancak gerçekte
Gizli Dünya Devleti'nin askeri kanadı niteliği taşımaktadır. Kuruluşunun
gerekçesi Sovyet tehdidiydi. Yani Sovyet tehdidiyle karşı karşıya ülkeleri bir
ortak savunma bloku içinde bir araya getiriyordu. Dolayısıyla bloka girecek
ülkelerden herhangi birine yönelecek tehdit ya da saldırı tümüne yönelik kabul
edilecek ve ortak savunma yapılacaktı.
Bunlara bakılırsa gerekçe masum gibidir. Fakat arka
plana baktığımızda yine o karanlık örgütlerin elleriyle karşılaşıyoruz. Jean
Monnet adlı araştırmacının Memoires adlı eserinde şöyle denir: "NATO,
Amerika'daki en güçlü yahudi lobilerinden biri olan CFR tarafından
kurulmuştur... Kurucuları arasında Bilderberg, Trilateral ve CFR üyesi Joseph
Luns, CFR ve Bilderberg üyesi George Marshall, yine CFR ve Bilderberg üyesi
Dean Acheson bulunmaktadır." Alle E. Roberts'in Brother Truman adlı
eserinde de şöyle denir: "(NATO'nun) öncülüğünü yahudi ve mason ABD
başkanı Truman yapmıştır." İlk NATO başkumandanı da CFR üyesi ve yahudi
lobilerine önemli katkıları olan General Eisenhower'di. Historia Hors Serie'de
yazdığına göre sonraki başkomutanlarından General Lemnitzer de bir yahudi ve
masondur. İlhami Soysal'ın Dünya'da ve Türkiye'de Masonlar ve Masonluk adlı
kitabında yazdığına göre yine NATO başkomutanlarından Omar Bradley de bir
masondur. Bunlar NATO'nun üst kademelerinde görev almış masonların sadece
birkaçı. Bunların dışında da NATO'nun üst kademelerinde görev almış daha birçok
isim mason teşkilatlarına üyeydi. Bunların tamamının Gizli Dünya Devleti'nin
geri planda durup dünyaya yön vermeye çalışan örgütleriyle doğrudan irtibatı
vardı.
Gladio,
daha çok İtalya'daki siyasi cinayetleriyle adını duyurmuş bir gizli örgüttür.
Ancak bu örgütün NATO'nun gözetiminde çalışan bir özel tim olduğu kesindir.
NATO'nun doğrudan düşman ilan edemediği kişilere veya siyasi mekanizmalara
karşı Gladio kullanılmıştır. Örgüt sadece siyasi cinayetler gerçekleştirmekle
kalmamış, zaman zaman askeri darbelerin zeminlerini ve şartlarını da
hazırlamış, hatta bu tür darbeleri yönlendirmiştir.
Gladio NATO ile paralel kurulmuştur ve görünüşte
amacı herhangi bir komünist saldırı karşısında gerilla savaşını organize
etmekti. Örgütün finansmanı ise büyük ölçüde ABD tarafından sağlanmıştır. Bu
arada bir yandan da medya kanalıyla anti-komünist propaganda faaliyetlerini
organize edecekti. Yöneticileri NATO üyesi ülkelerde eğitim görüyordu.
Faaliyetlerini genellikle gizlice yürüten Gladio
sadece NATO üyesi ülkelerde değil, Avusturya, İsveç, Norveç gibi NATO üyesi
olmayan ülkelerde de örgütlenmiştir. Farklı ülkelerde farklı kod adlarıyla
çalışma yapıyordu. Örneğin İtalya'da Gladio, Yunanistan'da B-8 ya da Sheep Skin
(Koyun Postu), Belçika'da SDRA-8, Hollanda'da NATO Command, Almanya'da Gehlen
harekatı (kurucusu General Reinhard Gehlen'e nispetle), Avusturya'da Schwert,
İngiltere'de Secret British Network kod adıyla çalışma yapıyordu. Türkiye'deki
kontrgerillanın da bir Gladio uzantısı olduğu iddia edilmektedir.
Gladio'nun şekillendirilmesinde rol oynayan önemli
şahıslardan General Reinhard Gehlen aynı zamanda bir Naziydi. İşin ilginç
tarafı ise bu kişinin İsrail'in gizli servisi MOSSAD'la da bağlantısının
olmasıydı. Bütün bu bağlantılar Gizli Dünya Devleti'nin geri plandaki
faaliyetleri hakkında önemli ip uçları veriyor olmalı. General Gehlen, Gladio'nun
oluşturulması ve şekillendirilmesi merhalesinde önemli rol oynadı ve bu konuda
Hitler'in yanında edindiği tecrübeden yararlandığı tahmin edilmektedir.
Gladio'nun siyonizmle bağlantısı hakkında Richard
Deacon, The Israeli Secret Service adlı eserinde şu işaretleri veriyor:
"Almanya'daki kontrgerilla hareketi Gehlen Organizasyonu savaş sonrası
dönemde istihbarat toplamak üzere kurulan bir örgüt. Örgütün başı Reinhard
Gehlen, CIA yoluyla ABD'den destek alıyor. Bu örgüt için çalışan Alman
yetkililerden biri Nasır'ın (Mısır'ın eski cumhurbaşkanı Abdünnasır'ın)
danışmanlığını yapıyor. Gereken bilgileri yetkililere aktarıyor. Organizasyonda
İsrail'le bağlantıdan haberi olan çok az kişi vardı. Bağlantılar daha ileriki
safhalarda Fransız istihbarat servisindeki MOSSAD ajanına haber verilerek
Paris'te yürütüldü. Fransa bir NATO üyesiydi ve bu MOSSAD ajanının da NATO
ülkeleri arasında askeri istihbarat edinme yolları vardı." Aynı eserde
General Reinhard Gehlen'in MOSSAD hesabına çalıştığı da özellikle vurgulanmaktadır.
Richard Deacon'a göre Gehlen 1950'lerde soğuk savaş konusunda Amerika'nın en
önemli elemanlarından biriydi.
Gladio'nun İtalya kanadının ise bu ülkenin en çok
ismini duyuran P-2 Mason locasıyla yakın irtibat içinde olduğu, hukuki
soruşturmalar neticesinde ortaya çıkmıştır. Bu locanın üstad-ı azamı Licio
Gelli aynı zamanda İspanya iç savaşında faşistler adına savaşmış bir isimdi.
İtalya'nın mafyayla ve Gladio ile yakın irtibatı olduğu tespit edilen eski
başbakanı Giulio Andreotti de bu locanın üyesiydi. Meşhur Temiz Eller
Operasyonu'nda sorguya çekilen Andreotti başbakanlığı döneminde Gladio'yu
savunmuştu. P-2 locasının Gladio ve mafya bağlantısı araştırıldığında bu
locanın üyeleri arasında 43 parlamenter, 54 üst düzey devlet görevlisi, başta
Genelkurmay başkanı Amiral Giovanni Torrisi olmak üzere 8'i amiral 30'u general
183 askeri yetkili, 19 hakim, avukatlar, polis komiserleri, bankerler, gazete
sahipleri, yazarlar, baş yazarlar, 58 profesör, siyasi parti liderleri ve haber
alma servisinin 3 eski başkanı olduğu tespit edilmişti. Bu durum ülkede
Gladio'ya destek veren mason locasının ne kadar geniş bir alana yayıldığını
ortaya koyuyordu.
P2-Mafya-Gladio bağlantısının gün yüzüne çıkması
sebebiyle başlatılan hukuki soruşturmada birtakım ilginç gerçeklerle de
karşılaşıldı. Locanın başkanı Gelli, İtalya seçimlerinde Hıristiyan Demokrat
Parti'nin seçimi kazanması için naylon operasyonlar düzenlemiş ve bunun için
CIA'den yardım almıştı.
Yeni
Dünya Düzeni dünya kamuoyunun gündemine daha çok Doğu blokunun çökmesinden
sonra girdi. Oysa Illuminati şebekesinin ve onun ortaya çıkardığı global gizli
örgütlerin gündeminde yüzyıllardan beri vardır. Hatta Fransız devrimi öncesinde
yürüttükleri çalışmalarında hedeflerini "Yeni Dünya Düzeni" olarak
açıklamışlardı. Sonraki dönemlerde ise bunu muhtelif vesilelerle ve
gelişmelerle bağlantılı olarak gündeme getirmişlerdir. Doğu blokunun
çökmesinden sonra Amerika'nın tüm dünya üzerinde kurmak istediği saltanatı
"Yeni Dünya Düzeni" emeli olarak açıklaması da bir tesadüf değildir.
Bunun Illuminati şebekesinin yüzyıllardan beridir vurguladığı Yeni Dünya Düzeni
teorisiyle çok yakından irtibatı vardı. Zaten ABD'nin son dönemde üzerinde
durduğu Yeni Dünya Düzeni'nin fikri temeli de Bilderberg ve CFR toplantılarında
şekillendirilmiştir.
Amerika'nın öncülüğünde son dönemde ortaya atılan
Yeni Dünya Düzeni teorisinin arkasında da Gizli Dünya Devleti'nin global
örgütlerinin rolü vardır. Fakat bu örgütlerin hedefi siyasi güçlerden ziyade
sermaye kuruluşlarının kıskacında bir dünya ortaya çıkarmaktır. Tabii bu konuda
siyonist oluşumlar kendilerinin sermaye üzerindeki hakimiyetlerine biraz fazla
güvenmekte ve sermayenin sultasında bir dünya düzeni kurmanın kendilerinin
egemenliklerinin daha da güçlenmesine imkan vereceğini hesap etmektedirler. Bu
konuda adından daha önce söz ettiğimiz ünlü yahudi David Rockefeller şöyle
diyor: "Hükümetlerin yerini alacak birileri olmalı ve bana öyle görünüyor
ki, bunu da en iyi şirketler yaparlar..."
Bundan dolayıdır ki ünlü yazar Alev Alatlı'nın da
dile getirdiği üzere Yeni Dünya Düzeni'ne muhalefet edenler bunun anlamının,
dünyanın siyasi ve yasal hüviyetini tümüyle değiştirmek, ulus-devletlerin
tarihi rollerini ortadan kaldırmak, kontrolü uluslar-ötesi tröstlere devretmek
suretiyle millet kavramını ortadan kaldırarak, idareyi İngilizce konuşan
Anglo-sever bir oligarşiye teslim etmek olduğundan eminler.
20.
yüzyıl siyonizm için bir altın çağ olmuştur. Böyle bir çağı yaşamasının en
önemli sebebi ise bu araştırmamızda üzerinde durduğumuz uluslararası gizli
örgütler vasıtasıyla kurmuş oldukları saltanattır. Bu saltanatı kurmalarına
imkan sağlayan en önemli etken ise para kaynaklarına hakim olmalarıdır.
Özellikle Ortaçağ Avrupa'sında finansman ve faizle, borç verme yoluyla siyasi
platformda da önemli işler çevirmeyi başarabilmişlerdir. Rockefeller ve
Rothschild ailelerinin yürüttüğü faaliyetler bundan dolayı önem arz etmektedir.
Fakat uluslararası siyonizmin siyasi mekanizmada sultasını kurması için
şartları hazırlayanlar sadece bunlar değil. Bunlar sadece isimleri birçok yerde
öne çıkan iki önemli aile. Bunların dışında daha pek çok yahudi aile para
kaynaklarına hükmetmek suretiyle siyasi mekanizmayı etkileme imkanı elde
edebilmiştir.
Fakat dünyada hiç kimsenin sultası ebedi ve kalıcı
değildir. Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır: "Bu
günleri böyle aranızda döndürürüz." (Ali İmran, 3/140) Yirmi
birinci yüzyılın başlangıcından itibaren siyonizmin sultası da bir çöküş
dönemine girmiştir. İlk bakışta siyaset meydanında hala ABD vasıtasıyla
uluslararası siyonizmin ve onun kontrol ettiği global organların hüküm sürdüğü
görülmektedir. Ancak bu örgütlerin artık eski etkinliklerine sahip olmadıkları
anlaşılıyor. Örneğin Bilderberg'in önemli kabul ettiği üyeler bazen ülkelerinde
ciddi soruşturmalara tabi tutulabiliyorlar. Bu grubun toplantılarına
katılmalarından dolayı siyaset meydanlarında parlayacakları sanılan kişilerin
hiç de parlayamadıkları, gölgede kaldıkları müşahede ediliyor. Ayrıca özellikle
entelektüel kesim, bu örgütleri bugün düne nispetle biraz daha yakın takibe
almış durumdadır. Üstün ahlaki değerlere inanan kesim ise siyonizmin tarih
boyunca insanlık için bir tehdit ve tehlike olduğunu görmüştür. Dolayısıyla söz
konusu örgütlerle siyonizm bağlantısı kendilerini rahatsız etmektedir. Bu
rahatsızlık zaman içinde daha da artacaktır. Daha bugünden sadece İslami
camiadan değil Batı'daki entelektüel kesimden de birçoklarının söz konusu
örgütlerin faaliyetlerinden rahatsız olduklarını belli ettiklerine şahit oluyoruz.
Bu rahatsızlık söz konusu örgütlerle irtibatlı kişilerin siyaset meydanlarında
biraz daha çekingen hareket etmelerine sebep olacaktır. Ayrıca bu konuda
kitlelerin biraz daha bilinçlendirilmesi durumunda, kitleler siyasi
tercihlerinde söz konusu örgütlerle irtibatı bir eksi puan olarak kabul
edeceklerdir.
Bu arada söz konusu örgütlere yön verenlerin para
kaynakları ve iktisadi kuruluşlar üzerindeki saltanatları da gittikçe
zayıflamaktadır. Bu zayıflama tabii ki onların siyasi mekanizmayı yönlendirmelerini
de zorlaştırmaktadır. Bu açıdan, zikredilen örgütlere yön verenlerin ekonomik
saltanatlarını sarsabilmek için mutlaka alternatif iktisadi faaliyetlere
ağırlık verilmesi gerekir. Toplumların hür ve bağımsız bir geleceğe doğru
ilerlemelerini isteyenlerin de siyonizmin ekonomik kaynaklarını boykot ve
alternatiflerine destek kampanyalarına katılmanın basite alınmaması,
önemsenmesi gereken bir tavır olacağını bilmeleri gerekir.
Burada vurgulanması gereken önemli bir husus da,
Gizli Dünya Devleti'ni yönlendiren mekanizmaların çoğunun bugün ABD merkezli
çalışmalarının dikkat çekmesidir. Bu durum karşısında ABD ile rekabet halindeki
ülkeler veya bloklar o mekanizmalara mesafeli durmayı ve yaklaşınca da şüpheli
yaklaşmayı tercih ediyorlar. Özellikle 11 Eylül olaylarından sonra ABD'nin tek
merkezli bir dünya otoritesi oluşturma çabası içine girmesi ve bu çabanın
arkasında da sözünü ettiğimiz Gizli Dünya Devleti'ne yön veren global
örgütlerin bulunması, bu örgütler karşısında ihtiyatın biraz daha artırılması
ihtiyacını doğurmuştur.
Bugün Gizli Dünya Devleti'nin geleceğini tehdit
eden en önemli gelişme İslami bilinçlenmedir. Bu yüzden de İslami oluşumlar
yeni düşman olarak ilan edilmiştir. Dolayısıyla İslami bilinçlenmenin
yıpratılması amacıyla yoğun bir anti-propaganda faaliyeti yürütülmektedir. Bu
anti-propaganda faaliyetinde de ağırlıklı olan günümüz toplumlarının en çok
nefret ettiği olgu durumundaki terör olgusundan ve terör kavramından
yararlanılmaktadır. Bu konudaki propagandaların etkili olabilmesi için zaman
zaman provokasyon amaçlı terör eylemleri de düzenlenebilmektedir. Hatta 11
Eylül saldırılarının bu tür bir saldırı olacağı, o olayı yakın takibe alanların
büyük bir çoğunluğunun zihinlerinde oluşmuş tereddüttür. Birçokları bu
tereddütlerini haklı kılan gerekçeler de ortaya koymuşlardır. Bunlar sadece
İslamcı kesimden değildir. Hatta diyebiliriz ki çoğunluğu Batılı entelektüel
kesimdendir. Bazı yerlerde ise bir yandan sosyal ve psikolojik şartlar
oluşturulmakta, diğer yandan bu şartlardan etkilenebilecek oluşumların ortaya
çıkmasına fırsat verilmektedir. Bu ikisi bir araya gelince de birtakım şiddet
olaylarının vuku bulması zorunlu bir sonuç olarak ortaya çıkmakta ve bu sonuç
anti-propaganda faaliyetinin malzemesi olarak kullanılmaktadır. Ama ne kadar
ilginçtir ki bu anti-propaganda çoğu zaman ilginin artmasına da sebep
olabilmektedir.
İslami camianın gelişmeleri çok akıllıca ve hem
kendi geleceklerini hem de tüm insanlığın geleceğini göz önünde bulundurarak
değerlendirmesi zorunludur. Anti-propaganda ve fişlenme korkusu İslami
faaliyetlerini kendi elleriyle baltalamalarının sebebi olmamalı. Ama belli
amaçlar için oluşturulan sosyal ve psikolojik şartlar da kendilerini, İslami
camianın aleyhine olacak fiillere itmemeli.
Biz Allah'ın izniyle geleceğin İslam'ın olacağına
inanıyoruz. İnsanı canlı tutan en önemli etken umuttur. Umutlarımızı mutlaka
canlı tutmalıyız. Umudun kaybedilmesiyle hayat da manasını kaybeder. İnancına
bağlı bir mü'minin ümidini kaybetmesi ise anlamsızdır. Çünkü Yüce Allah onun
her hal-ü kârda kazançlı olduğunu bildiriyor. İhlasla yaptığı hiçbir şey
karşılıksız kalmayacaktır. Bu dünyada alamasa bile ahirette Allah katında
alacaktır. Bu dünyadaki sonucu belirleyen Allah'tır. Mü'mine düşen kendisinden
istenen gayreti sarf etmektir. Ama ümit canlı tutulmazsa gayret aşkı da
kaybedilir.
Not: Gizli Dünya Devleti'nin Türkiye kanadı hakkında fikir edinilmesi için
daha önce yayınlanmış olan "Türkiye'de Yahudi Lobiciliği" başlıklı
yazımızı mutlaka okumanızı tavsiye ediyoruz. Buradaki bilgileri oradaki
bilgilerle birleştirmeniz durumunda hadisenin boyutları zihninizde biraz daha
netlik kazanacaktır. Zikrettiğimiz yazıyı Web sitemizde ve "Bütün
Yönleriyle Filistin" başlıklı CD-Rom çalışmamızda "Türkiye-İsrail
İlişkileri" bölümünde bulabilirsiniz. Ayrıca Gizli Dünya Devleti'nin İslam
dünyasına yönelik politikalarının nasıl işlediğinin öğrenilmesi için bizim
Emperyalizmin Oyunları ve İslam Dünyası adlı kitabımızın okunmasına ihtiyaç
olduğunu düşünüyoruz. Mevcudu kalmayan bu kitabı da Allah'ın izniyle, güncelleyerek
yeniden basmak için çalışmalarımızı sürdürüyoruz.
Ahmet Varol
www.vahdet.com.tr